Atelier VII



İstanbul Birleşik Devletleri

(...)

7'inci gün

Tuna, macera aramak için İstanbul dışına çıkan gençlerin sıkça yaptığı gibi saçlarını üçboyutlu yazıcıya kazıtıp, kafasını kartala benzer yırtıcı bir kuşa çevirmiş, insanüstü birine dönüşeyim derken soytarılığına ramak kaldığını da farketmemişti. Zeytinyağıyla parlattığı taze adeleleri, özenti ham hayvan seviyesinde, ekrandaki haliyle, spor yapmaya muhtaç görünüyordu. Buna da eyvallah. En azından kendi bedenini sergiliyor, ekranda sanal bir kopyala yapıştır beden kullanmıyor. Sözlerinin sonuna doğru eski devrin totaliter politikacıları gibi bağırmaya başlayınca alnındaki tek damar, kin nişanesi gibi şişti. Çok iticiydi. İstanbul Birleşik Devletleri sınırları dışına çıkmak için takipçilerine bahaneler uydurmak ve fav toplamak isteyenlerin amatör küstahlığından başka bir şey değildi yaptığı.
    Biryerlerde gönüllü mücadeleci olmak şimdi moda. Bireyselliğini, kurallara itiraz ederek ifade etmek eskise de, ideoloji soslu adrenalin turizmine "Yeni bir hikayesi olmak" gibi şık laflar yakıştırıp bildiklerini okuyorlar. Hayatına, imajına ve ürünlerine anlam yüklemek isteyenlerin başvurduğu yöntemlerden. Sahici amaçlar peşinde koşup kendisi için hiçbir karşılık beklemeyen sahici adamlar ve kadınlar bu kadar ucuz yalanlara baş vurmuyor, bu kadar gözönünde olmuyorlar. Tuna gibilerin yaptığı, çoğunluk tarafından eğlence ölçülerine göre değerlendirilse de konu eğlenceden ibaret değil elnette.
    Sınır ötesi kontrollü tehlike, gençliğin son yıllarda icad ettiği en popüler eylemlerden. Bir tür safari. Sahici tehlike her babayiğidin harcı olmadığından, avucunda imdat butonuyla gayrımeşru yollardan sınır ötesinin kaos ortamına dalıp oralarda dolaşmayı marifet sayıyorlar. Toy maceraperestlere pek saygı duyamıyorum ama bu faaliyetleri hoşuma gidiyorlar. Mesleki meşguliyetimi ve sınır ötesi amok koşularımı bu tiplere borçluyum. Altı aylık kullanım ömrüne sahip organik plastikten mamul imdat düğmelerine basıp yardım istediklerinde, içten içe sevindiğim bile oluyor. Nadiren gerçek belaya bulaşıyorlar. Düğmeye dokunduklarında bizim sirenler de kafa ütülemeye başlıyor. Ya ben, ya bizim gruptan diğer arkadaşlar, hepimiz, bazen diğer gruplardan arkadaşlarla beraber düğmeye basanı bulmak için av köpekleri gibi burnumuz ileride, onların maceralarına dalıyoruz. Çocukları arıyoruz ve içine düştükleri kötü durumdan çekip çıkarıyoruz. Bizim meşgalemiz de bu. Örnek aldığımız idollerimiz, İstanbul depreminin hemen  öncesindeki Büyük Savaş sırasında dinci terör erbabının korkudan "Gayb-ı Seyfiyye" adını taktığı ve birden ortaya çıkıp onlara büyük zararlar veren, varlığı ile yokluğu kanıtlanamayan bir gölge savaşçılar grubu. Silah niyetine sadece Suriye çeliğinden katlana katlana dövülmüş özel bir yatağan ve sert Türk yayı kulladıklarından, "Hayalet Leventler" diye anılıyorlar. Kim oldukları, nereden çıkıp nereye kayboldukları, ilginç savaş yöntemlerini nereden öğrendikleri hâlâ bir sır. Şimdiye dek bir teki bile yakalanmamış. Büyük Savaşı onların bitirdiği söyleniyor. Hatta kapitalist sistemi onların yıktığını iddia edenler bile var. Hikaye tabii. Dedem, bu adamların ve kadınların bir efsaneden ibaret olduklarını, eski sistemi yıkmak için yüz mükemmel adamın yeteceği tartışmalarından doğduklarını söylemişti. Biz o Leventlere özenerek sınır ötesi operasyonlarımızda sembol niyetine birer yatağan taşıyoruz. Metal dedektörlerine yakalanmamak için ya kemikten ya da sert tik ağacından mamul yatağanları benim dışımda kimsenin kullandığı falan yok. Diğer arkadaşların yatağanları, kınıyla bütünleşik sembolik birer süs eşyasından ibaret. Sınır ötesine o kadar operasyon yaptık, bir tek ben sahici yatağan kullandım ve kan döktüm...
    Kırkbir yıldızlı bayrağıyla özgürlüğün ve uygarlığın timsali İstanbul Birleşik Devletleri'nde her türlü şiddet yasaktır. Daha doğrusu çocukluğundan itibaren herkes şiddete başvurmayacak şekilde eğitildiğinden, istisnalar dışında kimse şiddet kullanmaz. Şiddet olayları dışında kimseyi kolay kolay cezalandırmazlar. Hatta şiddet kullananları tutuklayacak kişilerin sayısı da oldukça kısıtlıdır. Amaca şiddet kullanmadan ulaşmak ve kendini şiddet kullanmadan korumak yöntemine "Gezi parkı kuralı" denir, çok etkili bir yöntemdir.
    Macera arayıp belaya bulaşan baharatsız sosis müsveddelerini, çakal barbarların elinden çekip almak görevi biz "savaşçı gizli üye"lerindir. Gayb-ı Seyfiyye efsanesinin son turfanda meyvaları olarak, sınır ötesinde yaşanan zor durumlarda operatif son çare biz oluyoruz. Açıkcası, bu meşguliyet alanını bizim gibi arama-kurtarma kollektiflerine bırakmalarından memnunum. Benim derdim, bu işi kimsenin burnunu bile kanatmadan yapmamızı istemeleriyle. Kötü adamları, görünmeyen özel şok cihazlarıyla uyutacaksın, hatta yere usturuplu düşmelerini sağlayacaksın, ama onlara zinhar el kaldırmayacaksın. Bunu eğitimlerimizde üstüne basa basa söyledikleri zaman geriliyorum, çünkü uyduların göremediği Ay'sız gecelerde sınır ötesinin gaddar haydutlarını pataklamak hoşuma gidiyor. Galiba bu işi seviyorum. Eğer şiddet sarmalını kırmak prensibine dayalı "şiddete şiddetle karşılık vermemek" kuralını sallamadığınız anlaşılırsa, hızlı bir mahkeme kararıyla kendinizi anında hücrede bulabiliyorsunuz. Yönetim bize karşı, diğer vatandaşlara kıyasla çok daha sert. Buna “caydırıcılık” diyorlar. İşlediğim suçu başka kimlerin işlediğini, yattığım hücrelerden İstanbul’da kaç tane bulunduğunu internetten öğrenmek mümkün değil. Gizli bilgi.
    Her yasağın bir bedeli vardır. Benim ödeyeceğim bedel bu kez oldukça ağır olacağa benzer. Eh, rehineci haydutların canını aldım. Uydu beni gece yarısı nasıl görüp teşhis ettiyse, birbuçuk saatlik bir duruşma sonucu, açıklanmayan bir süreliğine ağır hapis cezasına çarptırıldım. Cezanın ağır tarafı, ne kadar süreceğinin söylenmemesi. Gerçi avukatıma bakacak olursam, Allah'ın belası manyetik şeffaf duvarlı hücrelerde bir yıldan fazla kalan pek olmuyormuş, ama seyyar hakimlerin sağı solu belli olmaz.
    Belli bir amaçla girişilen anlamlı maceralar, dişini sıkmasını bilen cesur çocuklar için ayıltıcı işlev görüyor ve onlara sahici özdeneyimler kazandırıyor. Kafadan tehlikeye atılanlar mutlaka daha fazla fav alıyorlar. Gizli işleyen bizim gibilere fav mav yok. İçeri tıkıldığımdan beri sosyal medya hesaplarım ve iletişim numaralarım engelli. Yurtdışına gidip orada ünlenen, ama İstanbul'dan asla kopamayanların yarıdan çoğu, kendine iyi bir hikaye kurgulayıp bir ad edinmek için yasakları dinlemeden kızgın kaos çamuruna dalan genç vatandaşlardan oluşuyor. Ama onlar kimseyi öldürmüyorlar tabii. Bir de sınırdan şöyle bir başını çıkarıp, sınır ötesinde yaşadığı ufak tefek olayları bire bin katarak anlatanlar var. Yalancı kahramanlara bakacak olursak, sınır ötesi Orta Anadolu'da kıyamet kopuyor, gökten ateş yağıyor, herkes birbirini doğruyor, onlar da kenardan fotoğraf çekip ufak yollu değiş-tokuş ticareti yaparak bir hikaye sahibi oluyorlar ve eski Amerikan filmlerindeki aksiyon kahramanları gibi önlerine çıkan tüm engelleri tereyağından kıl çeker gibi aşıp burunları kanamadan İstanbul'a geri dönüyorlar. Gerçek hiç de öyle değil tabii. Kıçları sıkışınca hemen o buton akıllarına geliyor. Ormana bırakınca on gün içinde yumuşak gübreye dönüşen plastik imdat butonuna basıyorlar, biz de onları içinde bulundukları sorunun ortasından çekip alıyoruz ve memlekete geri getiriyoruz. İstanbul’a döndükten sonra ne bizden söz ediyorlar ne de bizi neden çağırdıklarından. Sözleşmemiz böyle. Kimselere birşey söylememek işlerine geliyor. İyi ki söylemiyorlar. Biz de bu sayede pek tanınmayan gizemli bir grup halinde varlığımızı sürdürüyoruz. Halimizden memnunuz. Varlığımızı eski zamanlardaki Hayalet Leventler gibi neredeyse görünmeden sürdürüp İstanbul'un havalı piçleri sayılmaya devam ediyoruz. Başka legal uğraşıların peşinde koşar gibi yaparak, çoğunluğun ilgisini çekmeden yaşamak hoşumuza gidiyor. Sınırın öbür tarafına, barbarların totaliter dinci düzenine karşı mücadele edenlere yardım amacıyla gidip başarılar kazanan maceracı çocuklar da var. Onlar, yumuşak ün budalalarından farklılar. Sahici adamların ve kadınların seri üretimi mümkün olmadığından, karşımıza nadiren çıkıyorlar ve gerçekten sıkışmadıkça yardım çağırmıyorlar.
    Sanal ortamda başkasının kaslı vücudunu taşıyan hımbıl Berke, sosyal medyada sürekli değiştirdiği dövme motifleriyle dikkatimi çekmişti. Onu grubumuza sıkı bir tartışmadan sonra kabul ettik. Çok iyi bir araştırmacı ve soruşturmacı blogger. Birkaç aydır gizli soruşturmalarımızı yapan üç örgüt üyesinden biri. Gazcı firma Esra 2’nin kimliği bilinen üyelerinden Naim'in başkanlığında bir tim kurulduğunu, asfalt-beton çöplüğü boş Anadolu'da gizli bir amaçla turlamayı planladıklarını Berke’den dinlemiştim. Bizim memlekette toplumsal kurallara harfiyyen uymak, insanların sağ duyusuna bırakılmıştır. Uymazsan değerin düşer ve yalnız kalırsın, hatta belki dışlanırsın. Şimdiye dek tanıdığım hiç kimsenin başına gelmemişti. İstanbul’un sosyalleşmeden yapamayan ahalisi için yeterince ağır bir ceza. Sanal vücudunda dolaşıp duran hareketli su ejderi dövmesiyle ekranda karşıma çıkıp, hapse gönderilmemden birkaç gün önce firmacılar hakkında bir saat konuşan Berke’nin anlattıkları arasında dişe dokunur bilgiler yoktu. Anadolu turu, sıradan bir macera turuna benzemiyor. Paravan olduğuna kalıbımı basarım.
    Tutuklanır tutuklanmaz dış dünyayla kişisel iletişimim yasaklandı, firmacıların asıl amaçlarını öğrenemedim. Berke ekranda çenesini yukarı kaldıra kaldıra konuşurken, bu tiplerin yeni fikirler edinmek ve kendilerinden yeni ürünler beklemek için hiç de fena bir seçenek olmadıkları düsturunu çekip, dik dik objektife baktı. İyi araştırmacı ama kötü yorumcu. Biz de “Kamu yararına” gizli kapaklı işlerimizi gizlemek için "özel hayatın korunması” kuralını paravan olarak kullanıyoruz, hesapta özel hayatımızı koruyoruz, ama bunu kazanç beklemeden, yönetici üst komitelerin bilgisi dahilinde kamu yararına yapıyoruz. İstanbul kamuoyu firmacıların gizli kapaklı kârlı bir iş çevirdiğini öğrenirse, itibarlarını sıfırlayabilir. Sınır ötesinde ne haltlar karıştırıldığı herkesi ilgilendirir. Cidden risk aldıklarına göre, yaptıkları iş büyük. Benim merak ettiğim, onların da yukarının bilgisi dahilinde hareket edip etmedikleri. İşte o zaman skandalın büyüğü demektir.
    Kapitalizm devrinden kalma örgütlenme biçimlerinde ısrar eden rahatına düşkün devrimci "firma gençliği", eski filmlerdeki lastik tekerlekli teneke arabalarla kasvetli beton şehir kalıntılarında ne arıyor olabilir ki? Onlar böyle maceralara atılmazlar. Mutlaka gizli bir amaçları vardır. Orada yaptıkları ticaret karşılığında para almanın bir cazibesi yok, para sadece sınır ötesinde kullanılıyor. Geniş bir coğrafyada İstanbul Birleşik Devletleri'nin sağladığı uygarlığı, konforu ve güvenli sürpriz ortamını bırakıp, barbarlığın Cehenneminde yaşamayı seçeceklerine inanmak zaten mümkün değil. Oralardan İstanbul’a otomobil getirmeleri de imkansız. İklim katili tekerlekli atsız arabaları İstanbul'a sokmak biz daha doğmadan yasaklanmışken, imdat butonu cepte, otomobillerle beton safarisi yapmak onlara göre değil. Oradaki direnişçilere yardım etmeye gidenler dışında, macerasever genç ahaliyi anlamakta zorlananlardan biri de benim, ama yaptıklarından şikayetçi değilim. Mesele adrenalinse, macera dünyanın başka yerlerinde de yaşanabilir, Orta Anadolu Cehennemine girmeye ne gerek var? Eski zamanların at devri nasıl sona erip araba devri başladıysa, araba devri de çoktan sona erdi dünyada. Adına otomobil denen gaz tenekelerinin iptalinden şikayetçi olan bir tek İstanbullu tanımıyorum.
    Çılgın Levent ormanı içindeki eski metro kalıntılarına kurulan "Beton devri müzesi"nde, bugünün ulaşım araçlarına hiç benzemeyen topalacık küçük otomobillerden de görmüştüm. Bir zamanlar sadece İstanbul değil, her şehrin demirbaşıymışlar. Otomobiller uçamadığından, İstanbul'da trafik saatlerce kilitlenir, kilometrelerce kuyruklar olurmuş. Bu bilgiyi ilk öğrendiğimde, akşamları tablet kullanması yasaklanmış ilkokul çocuklarından biriydim, en büyük ilgi alanım da kendi pipim ve aşık olduğuma inandığım Saniye'nin sivrilmeye başlayan memeleriydi. Eski zamanların teneke arabalar cinneti, beni taze ilgi alanlarımdan bir günlüğüne koparmayı başarmıştı. Otomobil kaynayan şehirleri tasavvur etmek kolay değildi, ama trafiği tıkalı bir şehri hayal etmek çok daha zordu. Şehirlerde vızır vızır gezerek insan ve hayvan ezen, lastik tekerlekli iri yağ tenekeleri ve içinde guguk kuşu gibi oturan, oturmadığı zamanlarda da kamyonların altına girip paşa paşa ölen İstanbullular. İlkokullulara yasak filmlerde bile bu kadar absürd konuların işlendiğini sanmıyordum. Her yıl trafikte, savaşlarda ölenlerden daha fazla insanın öldüğünü gösteren istatistiklere çok şaşırmıştım. Otomobiller geçsin diye şehirlerin her yerini kapkara zift yollarla kapladıklarını dedem de öğretmenlerimiz de anlatmışlardı. Toprağı öldüren böyle bir kaplama türünü -yaşadığımız bitki terörüne rağmen- bugün kimse kabul etmez. Beton yiyen bitki örtüsünün, evlerin içine kadar sızıp en dip yatak odalarına kadar heryeri çiçeğe boğmasına karşı kullanılan teknolojilerin bile pek popler olmadığı bir yer İstanbul. Yaşam alanlarındaki bitkileri ahşap bağ bıçaklarıyla budayabilirsiniz, yollarınızı eski Doğu Romalılar gibi taşlarla kaplayabilirsiniz, ama toprağın nefes almasını önleyemezsiniz. Buna kimse razı olmaz. "Bugün asfalt döküp toprağı öldürmeye teşebbüs eden, yarın insanları öldürmeye teşebbüs edebilir" atasözünü benimseyen İstanbul halkından, hayata karşı kararlar almasını kimse beklemez. Yeryüzünde hayat bir bütündür. Onun her hangi bir yerine asfalt dökmeye kalkan kişi, yasalara göre suç işlemiş sayılır ve benim gibi ortadan kaybolup soluğu hapiste alabilir, tabii ona kaç gün tecrit edileceğini paşa paşa söylerler. Gerçekte, toprağı asfaltla kaplayarak suç işlemek bir hayli zor. Asfalt sadece eski filmlerde kaldı, artık üretilmiyor, uğraşısını ve keyfini bırakıp asfalt yapmakla uğraşacak kadar deli vatandaşlar da yaşamıyor İstanbul Birleşik Devletleri’nde.
    İstanbul’da otomobil çağının sona erişini, “hayvanların ve bitki örtüsünün haysiyetli varoluşu" yasaları çıkarılışını yaşamış yüzyirmiyedi yaşındaki dedem, konu ne zaman açılsa "orta yaşlarımdaydım" der. Evde dalgasını geçtiğimiz konulardan biridir bu “orta yaş”. Dedem, herşeyin Gezi Parkı isyanı ile başladığını anlatıp akşam yemeklerinde kafamızı ütülemeyi bir görev bilir. Daha okula gitmeden, İstanbul Birleşik Devletleri'ni hangi bedelleri ödeyerek kurduklarını dinleye dinleye ezberledim sayesinde. Okulda işime bile yaradı.
    "İnsanlar asma köprülerin üzerinden yürüyerek geldiler, kum gibiydiler. Gaz kapsüllerinin gözlerini çıkarmasına bakmadan ve ölüme aldırmadan, ondokuz günlüğüne özgürlük bayrağını Taksim'de dalgalandırdılar." Dedem bu lafını her gün en az bir kez tekrarlar. Sonra sağ elinin işaret parmağı, kurulmuş teneke oyuncak hızıyla selam çakar gibi sağ gözünü gösterir. Bu esnada herkes susarak ânın önemini kavradığını belli eder. Gezi gösterileri sırasında daha gencecik bir üniversiteliyken gözünü kaybedince uzun süre eski korsanlar gibi deriden bir göz bandıyla dolaşmış dedem. Kaybettiği gözünün yerinde şimdi gaddar bir soğuklukla bakan biyolojik bir göz duruyor. Dedemin gözünü, kolunda ürettiler. Ameliyatla kolundan kesip aldılar ve göz boşluğuna taktılar. Çocuktum, kolunda göz çıkışını iyi hatırlıyorum. Hatırlamasaydım, o gözünün de diğeri kadar sevecen bir pırıltıya sahip olduğunu söylerdim.
    Bizim gençler son zamanlarda, doğu sınırı ötesindeki yakın yerleşim birimlerine dadanmışlardı. Oralarda, doğu Asya malı koca tekerlekli gürültücü arkaik otomobilleri kullanmak karşılığında, karaborsacılara eski Türk filmleri veriyorlar. Öbür tarafta her bi halt yasak ve günah sayıldığından, eski filmler halk arasında otomobil döküntülerinden çok daha değerli. Yeraltı piyasası eski filmlere henüz doymadı. Bizim gençler, üç boyutlu yazıcılarda ürettikleri CD'lere Kemal Sunal klasiklerini yükleyip, karşılığında istedikleri arabalara biniyorlar. Arabalar ve yakıt, sınırın öbür tarafında da kıt, ama halk gizli gizli film izlemeye meraklı. Gençlerin sınır ötesi maceralarına İstanbul’da sempatiyle bakıldığı pek söylenemez. Tabletler ve akıllı mini küpler sınır ötesinde çalışmıyor. Gençler, onların yerine özel ürettikleri yüksek kapasiteli uydu bağlantılı iriyarı akıllı cep telefonları kullanıyorlar ve bunların dışını da onları görünmez kılan özel malzemeyle kaplıyorlar. Aletlere öbür tarafın barbarları tarafından el konulmamalı. Anadolunun totaliter yasak ve günah coğrafyasına teknoloji transferi kesinlikle yasak. Ellerine bir şey geçerse geri almak bize düşüyor. Küçük bir akıllı küpü geri almak için üç arkadaş, Tuz Gölü’ne kadar iz sürdük. Adam küpü ormanda bir yere gömdü, elimizle koymuş gibi bulunca hayretten ağzı açık kalmıştı. Fiske bile vurmadığım tiplerdendi. İlk dayağımı, bir tablet yüzünden attım. Çalışması mümkün olmayan alete sarılıp bırakmayan adamı bayıltmak yerine dövmeme arkadaşlarım sonradan itiraz ettiler, ama beni kimseye şikayet etmediler.
    Anadolu'nun boş beton çölünün tozunu atıp kimselerle papaz olmadan, bir sürü fotoraf ve filmle İstanbul'a dönmek modasına ilgi azalıyor. İnternete yükledikleri, beton çağının oralarda değişmemiş çöplüğünü, pisliğini, sosyal medyadan evlerimizin içine kadar akıtmayı da bırakacaklardır elbette. Eskinin beton çölünü yeniden keşfeden gençlere karşı özellikle Boğaz bölgesinden yükselen tepki dalgası, kamuoyunu meşgul eden konulardandı. Anlaşılan eski çağın şekilsiz beton grisini henüz yiyip bitirememiş zayıf yeşilliğin başarısızlığını ekranlarda bir süre daha izlemeye devam edeceğiz. Bilimciler bu yolla, beton yiyen bitki örtüsünün bazı bölgelerde neden farklı davranış biçimleri sergilediğini ve iklim değişikliğinin oralarda nasıl sonuçlar getirdiğini, akıllı operatif robotları kullanmadan izlemiş oluyorlar. Rahatına düşkün korkak bilim esnafını, İstanbul Birleşik Devletleri’nin çok sıkı kontrol edilen tek sınırı ötesine, Anadolu'ya göndermek her zaman mümkün olmuyor. Tehlikeli bölgelere gidenlerin getirdikleri örneklere ve görüntülere muhtaçlar. Bu konuda ne verirsen alıyorlar. Anadolu’ya izinsiz geçişlere belki bu yüzden göz yumuyorlar. Bilimciler araştırma yapmaya zırt pırt uzaya gidiyorlar, ama Anadolu'ya gitmiyorlar. Özel izinle sınır ötesine geçseler de, yumurta biçimindeki görünmez ulaşım araçlarının içinden çıkmıyor, kendilerini aletin içine kilitliyorlar. Korkudan ayakları yere basmayan bir zevat, en başta doğaya aykırı. Ne yapacağı kestirilemeyen kindar barbarlarla reel hayatta karşılaşmak, "uygar" İstanbullunun başa çıkabileceği bir iş değil tabii.
    Bilimciler, cehennem yeşilinin tüm Anadolu coğrafyasında İstanbul’daki ve bağlaşığı Ege Akdeniz Avrupa Afrika ve Asya devletlerindeki kadar iyi iş çıkaramadığını, betonları sadece kısmen öğütüp örtebildiğini, asfaltı genellikle yiyip bitirse de ancak yarısını gübreye dönüştürdüğünü tekrar tekrar görmeye meraklılar. İstatistik dairesinin sitesindeki son haberlere göre çürümüş asfalt ve beton fotoraflarının meraklısı iyice azaldığı halde, Betonu ve asfaltı gübre niyetine kullanarak büyüyen bitki örtüsünün İstanbul Birleşik Devletleri sınırları dahilindeki başarısı halk tarafından daha çok merak ediliyormuş. İklim sorunlarıyla başa çıkabilmek için uygulamaya konan geçici DNA değişikliği yöntemi, betondan bıkmış İstanbul vatandaşları tarafından yüzde seksenbirlik oy oranıyla daimileştirilmiş tarihi bir karar. İstanbul Birleşik Devletleri'nin “Anti-beton iklim kontrolü yöntemleri”, dünyanın birçok yerinde boşuna kullanılmıyor.
    Merkezi Yönetim Ağının maceracı gençlere karşı tavrı, uyuyan yaşlı aslan tadında. Fazla rahatsız etmeyene ses çıkarmıyorlar. Sosyal medya gençlere karşı bu kadar hoşgörülü olmasaydı, "gitmeyin" çağrılarını yasalarla destekleyip sınırları daha az geçirgen hale getirebilirlerdi. Bireysel özgürlüğün önemsendiği bir yerde, cam misket gibi birbirine çarpıp dışarıya zıplayan gençlere sınır koymak zor. Zaten amaç sınır koymak değil, insanların sınırları kendiliğinden benimseyip son yasakları da kaldırmak. İstanbul’un doğu sınırının mantığı, dışarıdan içeriye kontrolsüz girişleri engellemek olduğundan, lambur lumbur dışarıya çıkmaya cesaret edenleri genellikle izlemekle yetiniyorlar ve dönüşlerinde de bazen kendilerince "öğüt" verip caydırmaya çalışıyorlar ama bazen yırtıcılıkları tutuyor. Üç yıl önce Çengelköy müzik arkeolojisi grubundan on genç Orta Anadolu'da öldürüldüğünde İHA'ları gönderip, neredeyse Marmara denizi genişliğinde bir alanı depresyon roketleriyle vurmaktan çekinmediler. Bu silahların etkisi aylarca sürüyor ve hedef alınan bölgede yaşayan şiddete eğilimli tüm yetişkinlere uyku öldüren karabasanlar yaşatıp onları pasif insanlara dönüştürüyor. Birinci nesil depresyon bombalarını yasakladılar, çünkü ayrım yapmadan tüm yetişkinleri etkiliyordu ve caydırıcılığı artırmanın ötesinde bir etki yapıp, intiharları artırıyordu. Yani İstanbul'un doğrudandemokrat ve post-parlamenter antidevlet örgütlenmesi, sınır dışındaki insanları ayrım yapmaksızın ölüme sürükledi. Bunu kanıtlayan bilim adamı Vasil Şen, geçen yıl prestijli Hezarfen ödülünü aldı ve yüksek danışma komitesindeki daimi üyelik makamına seçildi. Yetkili savcı, bölgede araştırma yapmanın zorluğu bahanesiyle olayın aydınlatılmasını biraz uzatsa da, henüz cezalandırılan yok. Yakında İstanbul'da boş hapishane hücresi kalmayabilir. Çok önemli bir dava. Bu yüzden çok sayıda vekil istifa edip sosyal medya hesabını dondurdu, savunma bakanı canlı yayında özür dileyip görevini bıraktı. İstifa furyasını, geçici ülke eşbaşkanı ve annemin arkadaşı Tülay Hanım zor durdurdu. Titrek sesiyle öyle bir konuşma yaptı ki, dedemin bile tek gözü yaşardı.
    Bana kalırsa mahkemenin son kararından sonra alınacak önlem, o silahların üretiminde bazı değişikliklere gitmeyi önermekten ibaret olacak. Kısacası, o silahlar iptal edilip yeni nesil silahlar çıkaracaklar ve bir sonraki nesil silahları planlayacaklar. Sınır denen şey ortadan kalkmadığı müddetçe üç boyutlu iri yazıcılar harıl harıl çalışacak. Depresyon silahlarını yeniden kullanmaya şimdilik cesaret edemiyorlar ve benim gibilerin oralara gitmesini sağlayıp adamların canına okutuyorlar -yeter ki can yaktığımızı kimse görmesin. Görülürse vay halimize. Ama bize bildirmeden oyunun bazı koşullarını değiştirmeleri, temüllere aykırı. Mesela bizi kontrol etmek amacıyla peşimize taktıkları o sofistike seyyar hakimlerden haberim yoktu. Benim başıma gelen hakim, sahici medyum gibi biriydi. Gecenin bir vakti uydunun kör noktasında, beni eliyle koymuş gibi buldu.
    Orta Anadolu'nun terkedilmiş boz bulanık hayalet şehirlerinde sadece totaliter yasakçı klanlar yaşıyor, onlar da şehirlerin dış mahallelerindeler. Bu insanlar, günlerinin büyük bölümünü dua ve ibadetle geçiriyorlar, çok zor bir hayatları var ve bunu Tanrı'nın takdiri sayıp katlanıyorlar. Onlara her şeyi yasaklayıp Cehennemlerine bekçilik eden haydutlara her şey serbest. Sadece erkeklerden oluşan bu birlikler çok tehlikeli. Arada sırada sınırdan geçmeyi deniyor ve istisnasız her seferinde yakalanıp karantinaya alınıyorlar, sonra sınıra uzak bir yere bırakılıyorlar. Sınır ötesinde dolaşırken günahkar İstanbul'dan geldiğinizi anlarlarsa, hemen yakalayıp İstanbul Birleşik Devletleri'ne karşı şantaj ve değiş-tokuş malzemesi olarak kullanıyorlar, mesela eski zamanların kurşun atan tüfeklerinden istiyorlar, çünkü mermi üretecek kadar ilkel bir teknolojileri var, ama yüksek teknoloji gerektiren silahları üretemiyorlar. Klan şeyhlerinden biri, kendi hükümranlık bölgesinde yakaladığı İstanbullu üç genç maceracıya karşılık, İstanbullu üç bakire kız istediğinde, sosyal medya öfkeden yıkıldı ve bir genç kızlar timi oraya gidip gençleri kurtardı. Adamı ne yaptıkları bilinmiyor, zira ortadan kayboldu ve uydu kaydı kuydu da yok. Kurbağaları ürkütmeden, kuyruk acısı olan öfkeli şeyhlerin sınır ötesindeki kontrol alanlarına dikkat çekmeden Anadolu’ya girmek, ancak sahte klan mühürleriyle mümkün. Dost klanın sahte mührü olmadan, bir bölgeye girmek zor, çünkü şüphelenince hemen detaylı kimlik kontrolü yapıyorlar. Sakal bırakıp oraların kaba saba kıyafetlerini giyerek Anadolu'ya giden maceracı gençler, yıkık dökük boş şehirleri ve onların sefaletini görüp dönüyorlar. İstanbul Birleşik Devletleri vatandaşı gençler için bir tür şükür terapisi. Kızlar oralara tek başına gidemiyorlar, çünkü erkekegemen bir Cehennemde yalnız dolaşan kadınlar hemen dikkat çekiyor ve mühre falan bakmadan esir alınabiliyor. Kızlar bir ara bunu inadına yapıyordu ve peşlerine ağzı sulanmış sapık haydutları takıp sonra da onları ekmeye bayılıyorlardı, artık eskisi kadar gitmiyorlar. Kız kıza oralara gidip gelenler gene var, ama oldukça az. Bizim gençlere rahat batıyor. İstanbul Birleşik Devletleri'ne katılan son üye “!Kung” halkının Güney Afrika yarıkıtasındaki ilginç yaşamını izlemek varken, ille de Anadolu'nun eski betonunu ve sonsuz yasaklarını merak etmek, anlayamadığım bir şey. Bence Sibirya kamları ve tundra bile daha ilginç. Mesela Korsika anarşistleriyle takılabilirler. Ama bizim kızlar ve oğlanlar Türkçe tehlikeleri seviyorlar.
    Ülkede yönetici seviyesindeki seri istifa dönemlerinde, sınırötesi antipolitikası da değişiyor ve Birleşik Devletlere katılmak isteyen Anadolu sosyal ağlarına koşulan şartlar yumuşatılıyor. İstanbul Birleşik Devletleri'ne yeni katılımların, geniş istifa dalgalarından sonra yaşandığını herkes öğrendi artık.
    Memlekette şiddet kullanana merhamet sıfır. Ama halk sizi fav yağmuruna tuttuysa, takipçi sayınız yüzbinleri bulduysa ve bu sayede ülkenin yönlendiricisi kanaat önderlerinden biri olduysanız, depresyon bombalarının beklenmeyen sonuçları karşısında kuru bir istifa ve özür ile yırtabiliyorsunuz. Benim gibi Hayalet Levenlere özenen, adı sanı pek bilinmeyen arama-kurtarmacılardan biriyseniz, sınırın öbür tarafındaki barbarlardan biriki tanesini hakladığınızda, soluğu hücrede alıyorsunuz. Konuyu antik dizi avukatı Petrocelli hafifliği ve şaşmazlığıyla aynen böyle nedenlendirdiğimde, hakim "önyargı" deyip çıktı işin içinden.
    Yollar tükenip çare kalmayınca, Eli silahlı adamların yumuşak döşlerine kurt gibi dalmak şart oluyor. Fikirlerin günde on kez değiştiği bir dünyada bu kanaatime sadık kalmakta ısrarlıyım. Fikrimi ve zikrimi değiştirebilmem için, savcının beş yıl önceki film stüdyoları skandalında olduğu gibi devlet başkanını kulağından tutup hücreye tıkacak kadar net bir kararlılık sergilemesi, istifa eden kamu sorumlularından en az yarısını da içeri attırması gerekir.
    Depresyon roketlerinin hedef aldığı bölgenin ahalisi bir süreliğine değişiyor. İçine kapalı, mistik konulara daha çok ilgi duyan insanlar haline geliyor. Bizimkiler, sınırın dışında bir görünüp bir kaybolan baş belası totaliter orman eşkiyasını daha da dindarlaştırıp yok olmaktan kurtardıklarını anlayınca mosmor oldular. Depresyonun ardından İstanbul’a karşı kin dalgalarının yükseldiği de anlaşılınca, İstanbulluların tepkisi sert oldu. Yoksa depresyon silahlarını malzemelerine ayrıştırıp başka işlerde kullanmak yerine, İstanbul'un birleşik sahil devletleri Antalya'ya, Muğla'ya, Balıkesir'e, Çanakkale'ye ve uzaktaki diğerlerine hediye edebilirlerdi. Bunu daha önce de yaptılar. İstanbul fikir ağlarının kollektif atölyelerinde tasarlanıp kurgulanan aletleri yenileyecekleri zaman, eskileri diğer üye ülkelere hediye ediyorlar. Depresyon silahlarının yan tesirleri saptandığından beri, tüm kitlesel psikolojik silahlar toptan iptal edildi. Onların kullanılması yönünde son kararı veren Başkanlık Konseyinin uyguladığı şey şiddet değil de ne? Kaç insanı intihara sürükledikleri belli değil. Adamları intihara sürüklemek serbest, onlara karşı kemik kılıç sallayarak can alan ben derdest. Anlayamadığım ve anlamak istemediğim bir şey.
    Depresyon silahlarının uzun süreli tahribatı anlaşılınca, Gelecek Vizyonları enstitüsüne bağlı çalışan ideoloji üretim merkezine yapılan devlet yardımını da kestiler. Çok da iyi ettiler. Bu adamlar, asık suratlı ağır abi havalarıyla yeteri kadar iticiydiler zaten. Bir de ideolojilerinin etkisini sınır dışında ölçmeye kalktıklarının anlaşılması ipleri koparttı. Kamu, ezici bir çoğunlukla bunları enstitüde istemedi. Şahsen ben de bu adamların kurumdan defedilmeleri yönünde oy kullandım. Bir zamandır, çene kudretini entellektüel tipi yeni "örnek" rejim türleri üretmeye harcayan grupların hezeyanlarına gıcıkım. Entellektüel tipi totalitarizme, ben kısaca "İdeoloji" diyorum, çünkü ideolojilerin totaliter bir rejime dönüşmemiş örneği yok. "Var" diyenler, son gelişmelerle iyice azınlığa düştüler, argümanları azaldı, gardları düştü, ideologları da şutlandı sonunda.
    Benim indimde makbul olmayan dört türlü zenginlik var. Biri arkaik mal zenginliği, biri parasal eski zenginlik, biri eğitimle edinilen tornadan çıkma kafa zenginliği... Ha biri de örgütle elde edinilen çene zenginliği. Mal zengiliği, daha otomobil öncesinin at devrinde önemini yitirip tükenmiş. Artık İstanbul’da bulunmayan parasal zenginliğin ne olduğunu öğrenmek için internette gezinmek yeterli bence, ille de Beyazıt'daki İstanbul Üniversitesi'nde bir ay "hızlandırılmış ekonomi tarihi" okumak gerekmiyor. Günümüze kala kala, yaratıcı olamayan vasatların tornadan çıkma kafa zenginliğiyle, toplu halde örgütlü bir şekilde başkalarına babalanmayı marifet sayan laf zenginliği kalmış durumda. Küçük bir azınlık olarak geçmişi temsil ediyorlar. İnsanların kendi aralarında aynı göz hizasında konuşan, kendiliğinden yatay örgütlenmeleri ile sorunlular. Kısacası, şimdiki düzene gizliden gizliye karşılar ama İstanbullulardan pek yüz bulamıyorlar. Eskiye özenen marjinaller, klasik İstanbul pragmatizmine de düşmanlar. Esnek olamıyorlar. Bunlara göre her şey eskisi gibi büyük, iri, uzun ve kapsayıcı olmalı, çokluk olmalı ve kitsh formatına yakın bir "ihtişam" geri gelmeli. Bunları güzel sözlere bulayıp halka sunuyorlar. Ürettikleri ideolojiler, gittikçe daha basit, daha aptalca şeyler haline geliyor. Fikirleri haplaştırıp herkesi aynı tornadan çıkarmaya meraklı adamlar klübü. Aralarında çok az kadının olması da bir uyarı işareti.
    Gençlerin sınır dışından getirdikleri fotoğrafları benim için değerli kılan asıl şey, iğrenç asfalt-beton çölü veya İstanbul'a kabul edilip orada yaşamak için her yalanı söylemeye hazır insanların hayat hikayeleri değil. İlginç olan, oradaki ataerkil barbar yasakçı klanlara karşı çeşitli şekillerde savaşarak tek tek veya devletçikler halinde İstanbul Birleşik Devletleri'ne katılmak mücadelesi veren silahsız kadın gerillalar. Erkekler de var tabii aralarında ama az. On yıl kadar önce Mersin Birleşik Devletinin önerisiyle tüm vatandaşların galiba yüzde yetmiş küsürünün oyuyla alınan ve sonra tüm birleşik devletler tarafından kabul edilen o ünlü karar önemini koruyor. Buna göre, Birleşik Devletler sınırları dışındaki savaşlara ve yerel anlaşmazlıklara prensip icabı müdahale edilmiyor. "İstanbul Birleşik Devletleri, sınırları dışındaki yerel anlaşmazlıkları ve savaşları etkilemek için doğrudan girişimlerde bulunmaz." Ezberlediğim cümlelerden biri. Sadece ucu doğrudan bize dokunanlarıyla “mecburen” gizli gizli ilgileniyoruz.
    Gençlerin Anadolu'ya giderken korunmak amacıyla yanlarına aldıkları duygusökücü gazların nasıl ve nerede imal edildiğini, araştırmacımız Berke'den öğrendim. Tuna, da mutlaka biliyordur. Sınırlardan geçen kedi-köpeği, uçan kuşu bile tanımlayıp tasnif ve takip eden otomatik sınır güvenliğini dışarıya doğru delen İstanbul milliyetçisi Boğa Hacker grubu da, arada sırada gizli kapaklı işleri teşhir edip, bazı gençlerin fiyakalarını bozuyor. Basit bir gerekçeleri var. Boğalar, İstanbul Birleşik Devletleri'ne Anadolu'dan katılımların zorlaştırılmasından yanalar. Oraya macera aramaya giden gençlerin, katı ataerkil totaliter klanlar birliğinin bu yolla göz aşinalığı kazanmasına ve "orijinal" sayılmasına katkıda bulunduklarını söylüyorlar. Katılım antipolitikasının coğrafya ötesi seçici bölgesel üyelikler bazında Avrupa'ya, Afrika'nın güneyine, Asya içlerine doğru genişletmesine itiraz etmiyorlar, ama Anadolu'dan coğrafi eklemlenmeleri özellikle ince eleyip sık dokuyorlar. Boğalar, Afrikalı !Kung’ların katılımını yedi gün yedi gece şenliklerle kutlamışlardı. Afrika'dan diğer katılımlara da itiraz etmediler, ama Anadolu'dan katılmak isteyen iki kasabayı veto ettirmek için yoğun bir kampanya yürüttüler. Şehrin çoğunluğu, Boğaların yeni tür İstanbul milliyetçiliğine sessiz sedasız destek veriyor.
    Eski usûl törenleri yeniden canlandırmayı hedefleyen ve bunun için uzun zamandır çalışan Geçmişi Yeniden Kurgulama Teknoparkı yöneticisi uzun saçlı Timur da, birbirine yakın kocaman gözleri ve güvercin gagasına benzeyen burnuyla doğuştan muziptir. Kadıköy ve Beşiktaş'ta oturan eski Gezi kuşağı aktivistlerinden birinin ikinci göbekten akrabası olmakla övününce dikkatimi çekmişti. Kendisini, sosyal medyadaki legal grubuma ekleyip takibe almıştım. Bu adam, maceracı gençleri İstanbul dışına kaçırıp onlara lojistik destek sağlıyor. Timur'un teorilerden başını kaldırıp sanal medyayı salladığı konular arasında, ünlü Pin Up kızlarından Ceyda N. ve desinatörlükle uğraşanların piri sayılan Molino'nun sevgili olduğu gibi duyarlı uç meseleler de bulunuyor. Bu ikisinin sosyal medyadaki yazışmaları, "takipleşme ötesi nüanslar içeriyor" imiş. Benim bu hatun hakkında tek bildiğim ve kabul edebildiğim konu, annesinden kalma "Netamelikızı" gibi komik bir soyadı taşıması ve bu yüzden de soyadının sadece başharfini kullanması. Sevişirken önce nerelerine dokunulmasını tercih ettiğini, bebek sesiyle anlatıp takipçi sayısını patlatacağını sanmıştı, avucunu yaladı. Evet, Girit'de bu yüzden bir hayran kitlesi edinmiş, ama işte o kadar. İstanbul Birleşik Devletleri'ne dahil tüm Ege ve Akdeniz sahil devletlerine ekrandan bakan erkeklerin yüzde onüçbuçuğunun saklı dosyaları arasında bu kızın tahrik olmuş füze tipi meme uçlarıyla poz verdiği çıplak fotorafları varmış. Mega IV adlı istatistik grubunun saptaması bu yönde. Sayıyı unutmadım, zira o resimlerden bende de var. Timur, insanı gülmek zorunda bırakan yüz ifadesiyle bana magazin konuların linklerini gönderip kendince eğlenirken ve beni eğlendirirken, gözüm asıl onun kaçakçılık numaralarındaydı. Dışarıya gidenlerin oralarda ne haltlar karıştırdıklarını, Esra 2'nin başka hangi işlerle uğraştığını en iyi o bilir. Buradan çıkınca bulup, kahkahalar eşliğinde sorgulayacağım ilk eleman o.

                                                   11.

Kendimi daha iyi hissettiğim güneşli bir güne uyandığımdan olacak, kahvaltı sırasında pamuk dağlarını aratmayan bembeyaz bulutlardan nem kapıp neşelendim ve hücremde bana sanal da olsa yenilikler sunma ihtimaline sahip tek aleti, monitörü açtım. Absürd bir uzay bilmemnesi gibi havada durduğu halde beni şaşırtamayan ekrana bakarken, aklım fikrim buradan nasıl tüyebileceğimdeydi. Bu delikten kaçmayı deneyip, yakalanınca daha ağır bir cezaya çarptırılma ihtimaliyle barışık değilim. Bizim grup yerimi tesbit edip Mine beni buradan kaçırmayı planlasa, gözümü kırpmadan giderim. (...)