20'inci Yüzyılın gizli kalmış en önemli siyasi olayından, 21'inci Yüzyılın belirmekte olan en önemli siyasi olayına

Dünyanın bugünkü siyasi coğrafyasını belirleyen tarihi gelişmelerin ve faktörlerin önem sıralaması, yorumlayanlara göre değişir elbette, ama gözden kaçmış bir olaysa, özellikle önem kazanıyor. Zira suyun içinde yaşayan canlıların suyun farkına varmamaları (veya ancak su iyice kirlenince anlamaları) gibi temel olaylar, farkına varılmayanın önemsizliğini değil, önemini gösterir genellikle. 21'inci yüzyıla damgasını vuracak önemdeki ve kalitedeki faktörleri anlamaya çalışırken, 20'inci yüzyılda -gözden kaçmış- böyle belirleyici faktörlerden birini özellikle anmakta fayda var.
   Geçen Yüzyılı siyasi açıdan belirleyen ve gözden kaçmış en önemli olaylar sıralamasında liste başı olan hangisidir? Ben bunu açıklamak için önce birkaç istatistiğe dikkatinizi çekeceğim.
   Milletler Cemiyeti 1919'da 32 bağımsız ülke tarafından kuruldu. Kurucu ülkeler arasında Asya'dan sadece 3 ülke bulunmaktaydı: Çin, Japonya ve Siam (bu ülke 1939'da "Tayland" adını almıştır). Güney Amerika'dan 9 ülke, Afrika'dan sadece Güney Afrika (resmen Büyük Britanya'ya bağlı) ve Liberya (ABD'nin koruması altında ilk bağımsız Afrika ülkesi). Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri tarafından, bir daha bu ölçekte Dünya Savaşı olmaması ve olmadan önlenmesi mantığıyla kurulan Milletler Camiyeti, ilhamını Immanuel Kant'ın yüz sayfalık "Zum Ewigen Frieden" (Sonsuz Barış Üzerine) adlı metninde değindiği "Milletler Hukuku" fikrinden almıştır. Kant 1795'de yazdığı bu eserinde, ancak uluslararası hukuk temelinde, kalıcı bir barışın kurulabileceğini söyler. (Gerçi yüz yıl kadar önce bu fikri Hollandalı Hugo Grotius savunmuştur, ama esasen Kant'a atıfta bulunulur)
   Almanya 1926'da, Türkiye 1932'de, Sovyetler Birliği ise 1934'de Milletler Cemiyetine üye oldu.
Burada ilginç olan, Birleşmiş Milletler'i 1945'de kuran -bağımsız- devletlerin sayısının 51'e çıkması değildir sadece, "eski sömürge"lerin sayısının azalma trendinin iyice belirginleşmesidir.
   Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde 1913'de, "Büyük Devletler"in (yani Lenin'in ifadesiyle "Emperyalist ülkeler"in) 163 sömürgesi/kolonisi bulunmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1957 yılında bu sayı 82'ye düşmüştü. Sadece 1960 yılında 18 eski sömürge bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlığını kazanan ülkeler, aradan aylar geçmeden, hemen Birleşmiş Milletlere üye oluyorlardı. 1975 yılında Birleşmiş Milletlere üye devlet sayısı 144 idi, bugün 193, ve bu bağımsız devletlerin büyük çoğunluğu eski sömürge...
   Bu verileri okuyunca benim de ilk reaksiyonum, "Eee, ne var?!" olmuştu. Bu sayılara yukarıdan aşağıya bakarken görünmeyen ilk önemli faktör şu: Eskiden bir büyük imparatorluk dağıldığında, onun yerini yeni bir imparatorluk alırdı. Selçuklu dağılınca, yerini Osmanlılar, Safeviler falan almıştı. 20'inci yüzyılda bu kadim kural bozuldu. (Bugünün Dünya siyasi coğrafyasını oluşturan devletlerin çok büyük bölümü, büyük devletlerin dağılması sonucu ortaya çıkmıştır. Eski Osmanlı coğrafyasında bugün elliye yakın bağımsız devlet bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti esasen, Osmanlı'nın üç vilayeti üzerine kuruldu: Anadolu, Karaman, Sivas vilayetleri)
   20'inci Yüzyılı belirleyen ilk önemli -görünmeyen nokta- İmparatorlukların dağılması -veya merkezlerine indirgenmesi- prosesi sırasında ortaya çıkan yeni bağımsız devletleri, eskiden olduğu gibi yeni peydahlanan imparatorlukların yutmamasıdır. Sovyetler Birliği'nin Orta Asya ve Doğu Avrupa'yı vd. kontrol altına alması ve hatta ülke haritasına katması gibi olaylar bile eski imparatorluk fetihlerinden kategorik olarak farklıdır.
   İkinci önemli faktör, Dünya'da yeni bir "Bağımsızlığa kavuşma otomatizmi"nin ve ondan da önemlisi, sayısı ve ağırlığı hızla artan bir "Bağımsızlığa hak vermek, tanımak" mantalitesinin doğup serpilmesidir. İnsanların gözünde, başka halkları boyunduruk altında tutmak ahlaksızlık sayılmaya başlanmıştır. Yeni bir sosyal etik haline gelen bu tavrın, 20'inci Yüzyılı şekillendiren en önemli etmen olduğunu ve yükselen Sol/Komünist düşüncenin ilham verdiği mücadele biçimleriyle alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Sömürgelerde yaşayan insanların, emperyalist merkezlerdeki insanlar kadar özgürlüğe ve eşitliğe layık oldukları düşüncesi, sömürgelerin siyasi bağımsızlıklarına kavuşması fikrinin kolay doğmasına ve Avrupa'da halk arasında destek bulmasına neden olmuştur.
   Birleşmiş Milletler, Dünyada hakim hale gelen bu mantalitenin ifadesi olarak 1960'da, 1514 numaralı kararını açıkladı: "Her halk kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir ve bu hakka uygun olarak siyasi statüsünü (yönetim biçimini), sosyal ve kültürel gelişme biçimini özgürce seçme hakkına sahiptir." Aynı maddeyle, halkların "yabancı hakimiyeti altına girmelerine neden olunması" da "Milletler hukuku"na aykırı sayılmıştır.
    İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkan eski emperyalist ülkelerden Almanya, savaş sonrası tüm sömürgelerini yitirdi ve o devir Almanya için kapandı, ama İngiltere, Fransa, Hollanda, hatta İspanya ve Portekiz için tamamen kapanmamıştı. Mesela koskoca Hindistan, hâlâ Büyük Britanya tahtının mülkü sayılıyordu. (En son sömürgeci Portekiz, bu "hâli"ne 1974 Karanfil Devrimi ile son verdi ve aynı yıl Guinea-Bissau bağımsızlığını kazandı. Portekizle savaşan Mozambik, Angola, Sao Tome ve Kap Verde, 1975'de bağımsızlık ilan ettiler, böylece sömürgeler ve sömürgeciler çağı sona erdi)
   İkinci Dünya Savaşı sonrasında iyice zayıflayan eski emperyalist ülkeler, Dünya'da yaygınlaşan "Bağımsızlığı haklı görmek" düşüncesine mecburen "hak verip", eski sömürgelerine askeri törenlerle veda ederken, "Bağımsızlıkları için bize müteşekkir kalacaklardır ve bize siyasi bakımdan bağımlı kalacaklardır, biz bunları sonra da yönlendiririz" diye düşünüyorlardı. Yeni bağımsız devletlerin aklen fikren de bağımsızlıklarını kazanmalarının çok uzun süreceği farzediliyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Bu yeni ülkeler, en fazla on-yirmi yıl gibi hızlı süreçlerde özgüven kazanıp, üstüne üstlük bir de sömürgecilerine karşı milliyetçilikler geliştirdiler.
   20'inci yüzyılı siyasi açıdan önemli yapan, Dünyanın (birki istisna dışında) tamamının, Birleşmiş Milletler normlarına uygun teritoryal (ulus-) devletlere ayrışmış olmasıdır. Üstelik ABD'ye 2001 El Kaide saldırısıyla başlayan 21'inci Yüzyılda teritoryal devletler sınırlarının neoliberal globalleşme ile iyice geçirgen hale gelmesine rağmen, siyasi ufalanma trendi sürmüş, ama ufalanma durmuştur. Siyasi coğrafyanın sürekli daha küçük parçalara ayrılma eğiliminin, 2007-2008 kategorik sistem krizinin sonrasındaki aşamada, sistemin kriz ideolojisi İslamcılık tarafından ve etnik kimlikçilikler tarafından sürdürülmek istenmesine rağmen, bir yerde durduğu görülüyor ve tam da bu noktada, 21'inci Yüzyılın -gözden kaçmaya aday- tayin edici olası faktörlerinden birini konuşabiliriz.
   Teritoryal yeni devlet kurmak fikriyatı, Güney Sudan'ın bağımsızlığını ilan etmesi ve BM'e kabul edilmesiyle -sembolik olarak da olsa- sona ermiş görülüyor. Bundan sonra ortaya çıkan teritoryal "İslam Devleti" deneyi, bundan böyle malum norm dışı yeni teritoryal devlet kurmanın imkansızlığını bir kez daha tescil etti. Hatta BM normlarına uygun bir Katalan ve bir Kürt devleti kurma girişimleri bile, uluslararası camia tarafından reddedildi, başarısızlığa uğradı, hatta alenen bastırıldı.
   20'inci Yüzyılın ilk 20 yıllık bölümünde, "Ulusal Bağımsızlık Mücadelelerini desteklemek" fikrinin, Komintern'in ve SSCB'nin koruması altında yayıldığını, bundan da ilk önce Türklerin, sonra Çinlilerin ve diğer halkların yararlandıklarını daha önce de yazmıştım. Ama aynı fikriyattan, bağımsızlıkçı evrensel etik kuralların doğması ve bunların global ölçekte benimsenmesi son derece önemlidir ve gözden kaçan en önemli faktördür. Kısacası, 20'inci Yüzyılda, evrensel etik anlamında -klasik sömürgeci emperyalizme karşı- muazzam bir ruhsal değişim/dönüşüm yaşanmıştır.
   Bu noktadan Türkiye'ye bakacak olursak, aklı-fikri Birinci Dünya Savaşı öncesi Jöntürk devriminden laikliğin tesisine kadarki dönemde kalmış Yeni Osmanlıcı intikam yeminlerinin de, Turancı/Milliyetçi Enverciliğin de, Osmanlı'nın dağılmasını önlemek gibi bir şansının kesinlikle bulunmadığını bir kere daha idrak ediyoruz. Trend, imparatorlukların küçük ulus-devletlere bölünmesi istikametindeydi ve istisnasız bütün büyük devletler/imparatorluklar, bu süreçte yıkılmak/dağılmak veya demokrasinin şartlarına entegre olmak zorundaydılar. Bu zorunluluk, süreç içinde halkların değişen mantalitesiyle ilgili bir durumdu. Yani ürkek Vahdettin efendi ve Yeşil Ordu'su, Anadolu'daki bağımsızlık mücadelesini yenip sustursaydı, en fazla on yıl, bilemedin yirmi yıl sonra yeniden yıkılacaktı ve belki geriye Hilafet falan değil, Diyanet bile kalmayacaktı, çünkü 1930'lardan itibaren Dünyanın en ateist devrinin yaşandığını ve o dönemde iktidarı ele geçiren milliyetçiliklerin, kendi krallarına/hükümdarlarına karşı çok daha gaddar davrandıkları malum. Hindistan bile 1950'den önce bağımsızlığını kazandı, Türkiye de mutlaka kazanırdı.
   O halde, 21'inci Yüzyılı belirleyecek faktörlere bakarken, esas gözönünde bulundurmamız gereken faktörlerin başında, insanların farkına varmadan zaman içinde karşılıklı etkileşim içinde bir bütün/global olarak kurdukları evrensel etik anlayışı geliyor. Günümüzde ideolojilerin, 20'inci Yüzyılda Sol fikirlerin başardığını başarmaktan tamamen uzak olduğunu islamcılık deneyinde gördük. İslamcılık, modern zamanlara uygun tipik bir ideoloji farmatında kurgulanmıştı ve hatta eski Sol'un icad ettiği bir çok terimi kullanıyordu, mesela nam-ı diğer "Emperyalizm"i. Fakat İslamcılık, bir ideolojiden beklenenin tam tersi bir etkiyle, "iyilere negatif örnek şablonu" haline geldi ve yeryüzünden silinmeden önce lanetlenmenin de adı oldu. 20'inci Yüzyıl başında Prusyalılar tarafından icad edilmiş olsa da İslamcılık,1990'lardan 21'inci Yüzyıla sarkan etki alanında, "En son ideoloji" olarak, yüzyılı belirleyecek yeni mantalitenin şekillenmesinde -negatif örnek olarak- önemli bir rol oynuyor. BM'ye hemen üye yapılan yeni teritoryal ulus-devletler furyasına benzer bir gelişme, bugün internette yaşanıyor. Artık Dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün kullandığı Smartphon'lar üzerinden, oradaki sosyal ağları kullanırken veya insanlar arasında ilişkilerin yeni kurallarını öğrenirken, herkesin sadık kaldığı bir yeni evrensel etik şekilleniyor ve bu etik, 21'inci Yüzyılı şekillendirecek başat güç.
   20'inci Yüzyılda Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bağımsız devlet kurmaları nasıl "doğal ve etik" sayılıyorduysa, bugün de insan haysiyeti/hakları, kadın özgürleşmesi, hayvan sevgisi/hakları ve sınırlar ötesi anlık kümeleşmeler, çeşitli konularda geçici siyasi örgütlenmeler, dinci/teolojik politikanın son ideolojisi İslamcılığın tersi değerleri yükseltiyor ve bu ivme küçümsenmeyecek bir başlangıca işaret ediyor. Sonuncu olarak İslamcılık tarafından temsil edilen teolojik ideolojinin kadını küçülten/baskılayan, yasakçı/günahçı sınırlılığı, despotizmi, barbarlığı, 20'inci Yüzyılda köhne Emperyalizmlerin oynadığı rolü oynayarak bir ilk nefret objesi halinde algılanıyor. Bu anlamda, internet üzerinden yayılan ve benimsenen evrensel etiğin, neoseküler bir özelliğe sahip olacağı görülse de, klasik teolojik politikanın bundan sonra 21'inci Yüzyılda sadece marjinal/yerel zayıf bir faktör olmaktan öte gidemeyeceğini gösteriyor. Buradan yola çıkarak, "Anlam arayışı"nın, klasik (alıntıcı) kitabî/Gazalî din anlayışından oldukça uzaklaşacağını söyleyebiliriz. Onun yerine, Taoizm ve Budizm gibi, çok köklü -Monoteist olmayan- dinlerin, "Anlam arayışı"nda ön plana çıkabileceğini söyleyebiliriz. Asya'nın yükselişine de uyan bu eğilim, bildiğimiz anlamda (İslamcı tipi) teolojik politikanın da ebedi sonu olabilir.
   Yeni neoseküler evrensel etiğin siyasi coğrafyadaki karşılığı ne olur? Mevcut düzeni sahici anlamda sallayacak veya yıkacak bir savaş/kriz olmadığı müddetçe, resmen ulusal sınırlar değişmeden kalmakla birlikte, o sınırlar ötesi birlikler, ortak hareketler, ortak kültürler, büyük bir değişkenlik içinde varolacaktır kuşkusuz. Ama siyasi sınırların sadece sembolik ve ikincil hale geldiği çokkültürlü internet ahalisinin yerinden yönetimleri esas alacağı bir dönem geliyor. Petrol/gas gibi sentral enerji biçimlerinin yerini desentral enerji biçimlerinin almakta olduğu bir süreci yaşıyoruz. Bu sürecin, 21'inci Yüzyıl içinde kesinlikle tamamlanıp, kapitalist sistemin ve kapitalist yaşam biçiminin de önemli/zorunlu değişim geçireceğini hesaba katabiliriz. Bu değişimin motorunu da yeni bir özgürlük anlayışı teşkil edecek gibi. (Korumacı/barışçı/vd. anlamlarda) "Kadınsı değerlerin yükselişi", "Hayvanların yaşam hakkı", global anlamda bireyin yeniden tarifi ve ona uygun evrensel bir hukukun kurulması, 21'inci Yüzyılda bütün bunlara yaşam alanı sunacak yeni bir seküler siyasi yapıyı gerektiriyor.