Çok kutuplu Dünyanın bir kutbu da Türkiye olacak, -ama nasıl bir kutup?

İstanbul'da yapılan İslam İşbirliği Konferansına katılan onlarca üyenin sıralandığı Müslüman ülkeler listasine dikkatli bakınca, bu ülkeler arasında köklü/eski devlet geleneğine sahip sadece iki ülke görürsünüz: Türkiye ve İran. Yani emperyal birer hükümdarlık odağı olmuş bu iki ülke dışındakiler, 20'inci Yüzyılda yaşanan ulusdevletleşme furyasının ürünüdürler. Bunu, sözkonusu ülkeleri ve halklarını küçümsemek amacıyla yazmıyorum elbette. Biriki yıla kadar 21'inci yüzyılın beşte birini devirmek üzere olduğumuz günümüzde, bir zamanların "Çok kutuplu Dünya doğuyor" konulu teorik sohbetlerinin gerçek dünyada şekil şemal kazandığını görüyoruz, -ama bu yazının konusu sadece bu değil. Ondan çok daha önemlisi, Türkiye'de iktidarı devralmaya hazırlanan muhalefetin de, dikkat kesildiği iç politikadaki absürdlüklerin etkisiyle bütüne bakış konusunda körleşmiş olması.
   Dünya, 21'inci Yüzyılın başındaki 11 Eylül Dünyası bile değil artık. "Tek kutuplu Dünya" teranesi çoktan unutuldu. Suriye Savaşı'nın, ileride anlamı daha da net görülecek çok önemli bir dönüm noktası olduğu giderek netleşiyor. Suriye Savaşı ilk kez sahada, global ABD gerilmesini gösterdi. Çin'in ekonomi verilerinde ABD'yi geçmesi, Rusya'nın Ortadoğu'ya inmesi, yeniden iki süper devletli -bu kez ABD ve Çin'li- bir düzene dönüldüğünü anlatmıyor. Veya "Rusya yeniden süper devlet oluyor" diyemeyiz. Başka birşey oluyor ve Batı orijinli Dünya düzeni, ulus devlet formatından BM'sine, hatta bizim çok değer verdiğimiz Demokrasi'sine İnsan Hakları'na, diğer evrensel değerlerine kadar krize girmiş görünüyor ve bu hengamede Türkiye Muhalefetinin "Yurtta Sulh Cihanda Sulh" ilkesine dönüş bile kuşkulu, çünkü Atatürk o sözü, Dünyada I. Dünya Savaşı yaşanıp yeniden bir düzen kurulduğu şartlarda söylemişti ve çok doğruydu, ama o düzenin değişmekte olduğu günümüzde, artık üzerinde düşünülmesi gereken bir söz.
   1991 sonrasında yakın zamana kadar Dünyanın jandarması gibi davranan ABD'nin en zayıf noktasının yıkıcı "savaşlar"ını finanse etmek sorunu olduğunu 2004'de yazmıştım. ABD, taşeron güçler kullanarak sürdürdüğü Ortadoğu savaşını da kaybetti ve bölgede etkisi kalmadı, aynı şekilde diğer Batılı ülkelerin de bölgede bir etkisi yok. Bir zamanlar İngilizlerin ve Amerikalıların söz sahibi oldukları meclislerde artık Ruslar konuşuyor ve bu durum, alttan alta yeni bir huzursuzluk üretiyor. Huzursuzluk, sadece Rusların gelmesiyle ilgili değil, asıl Batı'nın peyder pey geri çekilmesi ve Dünyayı kontrol etmek bir yana, -eskiden olduğu gibi- kontrol edermiş görüntüsü bile verememesi.
   Batı'nın çekilmesi ve onun çekildiği yerlere Rusya ve Çin'in girmesi, hatta İran'ın ve Türkiye'nin paralanırcasına etki alanlarını genişletmeye çalışmaları, bazılarının hoşuna gidiyor. Fakat böyle "yeniden paylaşım" dönemleri, her zaman otoriter yönetimlerin tercih edildiği dönemler olmuştur ve barıştan yana olan güçler böyle dönemleri genellikle ıskalamışlardır, çünkü önemli bir ikilem karşısında yeterince güçlü olamamışlardır. İktidar boşluk kaldırmaz ve sözünü ettiğim bu ikilem; "İktidar boşluklarını ne pahasına olursa olsun doldurmak mı, yoksa yüksek değerlere sadık kalmak mı?" ikilemidir. Sıcak savaşlar yaşanmadan durulmasını umduğumuz bu dönemde etki alanını genişletmek için devletlerin her hinliği yapabilecekleri bir atmosfer giderek hakim oluyor. Savaş mantalitesi, BM gibi kural koyucu mekanizmaların zayıfladığı aşamada, alıştığımız ve uğrunda mücadele de ettiğimiz yüksek değerlerin kolayca çiğnenebilmesine zemin hazırlar. Ayrıca o yüksek değerlerin çok büyük bir çoğunluğunun Batı orijinli olduğunu unutmayalım. "Yükselen" güçlerin hiçbiri, bu değerleri bayrak edinmiyor, ne Rusya ne Çin ne de İran ve Türkiye. O değerlere saygı duymak ile onları çiğnemek arasında salınan bir ruh hali hakim oluyor, çünkü yüksek değerleri öteleyip, önce Batı'nın boşalttığı alanlara yayılmak fikriyatı ağır basıyor.
   2011'de, "Eski Türkiye'ye artık asla dönülmeyecek" derken, Türkiye'de eskiyi korumacı klasik Kemalizmle bu dönemi aşmanın mümkün olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Atatürk'den esinlenen laik/seküler modern Türkiye'nin bu badireyi atlatabilmesi için sadece -gün be gün- yitirdiklerinin yasını tutmak değil (eskide ısrar etmek değil), bu değerleri yeni bir Türkiye perspektifine baz alarak geleceğe taşıması gerektiğini yazmıştım. Muhalefet, demokrasiyi ve laikliği de içeren yüksek değerleri savunmak bakımından, Türkiye'de 1960'larda sadece TİP'e nasip olmuş bir çizgiye geldi, üstelik artık aynı çizgi üzerinde de birlikte duruyorlar, seçim ittifakına hazırlanıyorlar, adil bir seçimle Türkiye'nin yönetimini devralacakları da kesin gibi. Ama bir soru var ki, bu sağlam pozisyonun altını oyup duruyor: "Değerler o kadar önemli mi?"
   Evet, elbette önemli... Ama yükselen güçlerin hiçbiri için önemli değil. Şimdi Putin için de Xi için de ve onların diğer küçük versiyonları için etki alanını genişletmek daha önemli. Batı'nın gücüyle birlikte, koyduğu -benimsediğimiz- değerlerin etkisi de azalıyor. Üstelik değerler üzerinden iktidarlara kurulan baskılar ters tepiyor. Yani Türkler de diğer ülkelerdeki insanlar gibi, vazgeçilmez saydığı değerlerin, Batı baskısının tamamen ortadan kalktığı atmosferde daha kolay erozyona uğradığını öğreniyor.
   Türkiye'de evrensel yüksek değerler bazında politika yapmayı ilke edinenlerin zayıf karnı, dünyadaki iktidar boşluklarını doldurmak konusunda "yeterince hin" olmamaları ve yeni bir Türkiye perspektifi koyamamalarıdır. Dünyada bir çağ sona ererken, köklü devlet tecrübesine sahip Türkiye ve İran gibi devletlerin, eski tarihlerinden feyz alarak kendilerine yeni gömlekler biçmek isteği doğaldır, ama bu "Yeni Osmanlı" gibi birşey mi olmalı? Osmanlılar, "Yeni Selçuklu" kuralım diye yola çıkmamışlardı. Demokratik Muhalefet, bu net trend konusunda nasıl davranacak? Bir karşılaştırma yapmak babında, Çin, kendi çokboyutlu etki/nüfuz alanlarını inşa için yüzyılları bulan planlar yapıyor ve bu konuda net bir tasavvuru olan tek ülke. Bu tasavvur elbette çok demokratik bir ülke falan hedeflemiyor, daha geniş bir refah ve tabii ÇKP'nin iktidarda kalmasını hedefliyor, ama sadece ÇKP'yi ayakta tutmak hesabı da değil kesinlikle. Mesela Avrupa, hatta ABD, bugünkü durumun devamında nasıl bir strateji izleyeceğini, ne yapması ve neyi hedeflemesi gerektiğini bilmiyor, kafalar karışık. Herkesin kendi başına buyruk olacağı bir Dünyanın kurulacağı hanidir belliydi, sayısız kez yazdık: "Desentral enerji biçimlerinin hakim olduğu yerde büyük devlet hegemonyası sökmez" diye. Güneş/rüzgar enerjisiyle şarj edilen dev pillerle işleyen bir Dünyada petrol gibi merkezi/sentral enerji biçimleri üzerinden işleyen sultalar sökmez.
   İran, Şiiler üzerinden ve Suriye ile birlikte bir Suriye-İran-Irak havzası oluştururken Rusya ile müttefik. Türkiye, şimdiye kadar sadece hatalarla ve kayıplarla izole olmuş durumda, ama öyle kalmayacak. Eski bir devlet geleneğine sahip Türkiye'nin tasavvuru ne? Ne olmak istiyor? Artık eski Türkiye olarak kalamayacağı kesin. Yaşanan son 15 yılın ardından AB'ye üye olmayı alternatif gören Türklerin sayısında artış var. Ama, yeniden büyük devlet olmak içgüdüsünün uyandığı Türkiye'nin, başka bir birliğe katılmakla yetinerek, içgüdülerinin sesini susturması mümkün değildir. Bunlar düşünülüp taşınılması ve en iyi kararların verilmesini gerektiren, geleceğin en az yüz yılını belirleyecek konular. Halkın yükselen eğilimi, Türkiyenin siyasi yapısı ve tasavvurları bakımından Batıya (Doğuya olduğundan) çok daha yakın olduğu görülüyor, ama etrafından dolaşamayacağı o sorun hakkında kararı ne olacak? Yeni güç/iktidar inşası ve daha güçlü bir Türkiye ideali için günümüzün "moda"sına uyarak daha az demokrasi daha çok silah şakırtısı mı diyecek? Ortalığın karışık olması, en demokratik ülkeleri bile "değerleri mecburen askıya mı alalım" diye düşündürürken, Türkiye'nin demokratik Muhalefeti ne yapacak? Sağlam demokratik mücadelelerinin herşeye rağmen neden beklenen etkiyi yapmadığını sorgulamayacak mı?
   Türkiye kuşkusuz, yeni çağın yeni kutuplarından biri olacak. Bu yola girdi, sayısız hata yapıldı, ama "Büyük devlet olmak" mantalitesi/isteği orada duruyor. İktidar partisinin, halkta yeniden uyanan bu isteği erken farketmesi, onun onbeş yıllık iktidarı için önemli bir faktör oldu. Artık, "Gene eskisi gibi olalım" fikri bu yüzden alıcı bulmakta zorlanıyor. Gelecek ideallerinin mutlaka teritoryal/feodal/toprak merkezli olmak zorunda olmadığıyla ilgili bir yazı var bu blogda. Demokratik Muhalefet, çok kutuplu Dünyada Türkiye'nin nasıl ve ne şekilde yeni bir kutup olması gerektiğine karar vermek zorunda. Çatışmacı, tehditkar, sürekli Osmanlı'dan bahseden bir odak olmak zorunda değil. Demokratik bir çekim merkezi de olabilir, inanın buna diğer halklar da er geç ihtiyaç duyacak. Ve hem Batıyla hem Doğuyla çok iyi ilişkiler kurup o ilişkilerden somut bir güç devşirebilir, tıpkı AB'ye aday Türkiye'nin bir ara Ortadoğu'da yükselen prestiji gibi. Ama bunlar, politikacıların ve kamuoyunun tartışması, netleştirmesi gereken konular. Bugünkü Ulusdevletler siyasi coğrafyası 20'inci Yüzyıl boyunca kuruldu, daha önce yoktu. Şimdi başka bir çağ geliyor ve köklü devlet geleneği olan ülkelerin bu aşamada oyun kurucu olmaları doğal, ama nasıl yapacaklar? Asıl soru bu. Orman kanunuyla, güçlünün "hukuku"yla mı, yoksa uluslararası kurallar ve yasalarla mı? Eğer evrensel bir hukuk işletilebilirse, bu, uygarlığın şahikası olacak, savaşlar yapılmayacak. İnsanlığın, eskisinden daha az savaşmak istemek yönünde değiştiğine bakarak, yeni Dünya'nın az savaşla az kanla kurulabileceğini umabilir miyiz? Bence Evet. Bunu başaracak kıvrak pratik zeka, stratejik akıl ve değişim isteği bu topraklarda mevcut. Derin Anadolu ve İstanbul, bu konularda nihayet doğru kararları verecektir. Türkiye'nin yükselen yeni kutuplardan biri olmasını hedeflemeyen, eskiyle yetinen siyasetin başarı şansı düşük. Ama yüksek değerlerin son sözü söyleyeceklerini, makul aklın eninde sonunda kazanacağını ve müttefiklerinin de olacağını unutmamak koşuluyla.

Düşünmek, insanı neden melankolik yapar, ya da nasıl melankolik yapmaz?

Okumaya 9 Şubat 2007'de Boğaz vapurunda başladığım linguist George Steiner'in "Düşünmek insanı neden melankolik yapar" diye çevirebileceğim (Warum Denken traurig macht) kitap hakında 2011 yılında bloguma "bu konuda yazacağım" diye not düşmüşüm, ama o yazı hiç yazılmamış. Çok net bir nedeni var: Kitap, oldukça karamsar bir bakış açısının ürünü, yani bana biraz ters. Ama konunun önemine binaen ve dostların önerileri üzerine yeniden değinmeyi gerektiriyor, çünkü bana ters geliyor diye yanlışları ifade etmiş olmuyor ama tercihen üzerinde durmamışım, bu tavrımı da izah etmeye çalışacağım.
   Kitap sadece 90 sayfalık, akıcı olmayan garip bir dille yazılmış, en fazla iki günlük okuma malzemesi ve Düşünmek ediminin melankoli ile neden doğrudan ilintili olduğunu on maddede açıklamayı deniyor, ama ben kendi adıma yazarın bu tezini kanıtlamakta pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü bu on maddeden ilki, düşüncenin sonsuzluğu, ama mükemmel olmayan, bölük pörçük sonsuzluğu, kitap da böyle. Evet, düşüncenin sınırları yok, sonsuz, ama esasen bir sürü eveleme gevelemeden ibaret ve bunu bilmek de insanı "üzüyor" diyen yazar, kitabında mistik Doğu inançlarında konsantrasyon ile beyindeki harala-gürelenin nasıl susturulabildiği konusuna sadece bir yerde biriki cümleyle değiniyor. Elbette herkesin Buddha rahibi veya Daocu keşiş olması gerekmiyor, ama "kafam neden bu kadar dağınık" diye depresyona giren insan sayısı hiç de o kadar fazla değil. Bunu özellikle yazıyorum, çünkü yazar "Düşünmek" derken, sadece felsefe-fikirkültürfiziği-lafcambazlığı sanatlarından bahsetmiyor, sıradan "Düşünmek" olayının da melankoli ile ilintili olduğunu söylüyor.
   İnsanın düz bir laser ışını aydınlığında fikir fikir üstüne aynı istikamette geliştirip geliştiremeyeceğinden dem vururken, bunun çok az insana nasip olduunu ve aşırı konsantrasyonun da balataları yaktığını, sadece matematikçiler ve satranç oyuncularının bu şekilde harikalar yarattıklarını falan anlatıyor. Evet yoğunlaşarak bir istikamette düşünmek ve önemli fizik/matematik/sosyal problemleri çözmek herkesin yapabildiği bir şey değil, -belki de belli meditasyon teknikleriyle herkes öğrenebilir (evet öğrenebilir) ama neden herkes yoğunlaşsın ve düşüncesini bir laser ışını gibi kullansın? İnsanı insan yapan ve orijinal ilginç yaratıcı olmasını sağlayan şey, onun kendine işkence yaparak tek bir şey/konu/dalgametre üzerinde yoğunlaşması değil ki. İnsan, özgür bir yaratık olarak, kafasından geçen çalkantılı nehirler kıvamındaki bin bir düşünce, anlık anımsamalar, dün duyduğu şarkı, gördüğü süper kadının aksi ve daha onyüzbinmilyon baloncuğun etkisi altında yaşıyor ve bunlar içinde kendince geliştirdiği bir seçicilikle bazılarına dikkat kesilip diğerlerini unutuyor. Yazar gibi bu lüzumsuz akışı "israf" sayıp üzülmenin alemi yok bence. Evet, bir çok yazar, bu yarımbuçuk düşünceler okyanusunu israf sayan yazarlar da olmuştur, hatta belki haklılardır da, ama her düşüncemizi allı pullu bilmemne teorisi haline getirip (maddi anlamda) "değerlendirmemiz" gerektiğini sanmıyorum. Yani yazarın konuya yaklaşım tavrı hep, bardağın boş tarafından.
   Düşüncelerimiz bizim, "bize has" tek hazinemiz, çünkü kesinlikle "tek" ve benzersiz. İşte tam burada yazar insanı tam orasından vuruyor ve kendimize has o düşüncelerin aslında ne kadar sıradan, ne kadar az sözcükten oluşan, peyderpey unutulan, belli bir halkın içine doğmuş ve genellikle o dille sınırlı bir banallıktan ibaret olduğunu gösterip, bunun ne kadar üzücü bir şey olduğunu herkesin içten içe bildiğini söylüyor. Şimdi ne kadar sıradan ve "solda sıfır" olduğumuzu kendi kendimize kanıtlamak istiyorsak, internetten dünyanın boyutlarına, bir de samanyolunun boyutlarına bakabiliriz. Dünya orada bir nokta bile değil -nerede kaldı insanın boyutları. O halde?! İnsan elbette çok özeldir ve en sıradan düşüncelerine rağmen böyledir. Bu sıradanlığın farkına erken varanlar, çok okuyup çok gezip hapşırdıkça çok yaşayıp, kendilerince hayatlarını anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bu çaba elbette bir rahatsızlığın ürünü veya o rahatsızlık su yüzüne çıkmasın diye yapılan bir şey, ama bu yüzden karam karam kararmanın alemi yok. Zira hayat düşünmekten ibaret olmadığı gibi, insan da kendini sürekli birşeylerle/birileriyle kıyaslayıp mutsuzluk namzeti olmaya namzet bir varlık değil. Albert Einstein bile, "Benim gerçekten orijinal, sadece iki fikrim oldu hayatta" demiş olabilir. Hayatta -biz orijinal olduk desek bile- hiç orijinal bir fikir üretmemiş, hatta hiç orijinal bir hayat yaşamamış olabiliriz, ama bunlar bile hayatımızın kalitesiz olduğunu, buna üzülmemiz gerektiğini göstermez. Hayatın kalitesi esasen mutluluk katsayısıyla ve memnuniyet derecesiyle alakalıdır. Mağraya kapanan eski keşişleri neye yoracağız? Hepsi de mutlu mesut bilge insanlar olarak çıkmışlar mağralarından, hem de mümkün olduğunca az düşünerek. -Bu konuya döneceğiz.
   Düşünüyoruz derken, "Gerçek" denen şeyin ne olduğu konusunda kafamız karışık olabilir, hatta dürüstlüğün ne olduğu da sorun olabilir. Çokbilmişlere, "A yanıldın" denince yelkenleri indirmeden "Ama bak bu böyleyken böyle" diye asla kesin ve net yanıtlar veremedikleri gerçeğini izah etmek, elbette acıtır. Ama bunu yapmalı mıyız, veya bu net olmayan gerçeklerle, -üzülmeden- yaşayamaz mıyız? "Düşünmek, gerçeği ıskalamak demektir" evet, ama insanın gerçeğinin eni-boyu-derinliği konusunda bu kadar kibirli değil de, biraz daha mütevazi olmayı kabullensek? O zaman üzülmeyiz.
   İnsanın içinden konuşması ve düşüncelerinin büyük bölümünü bu monologların oluşturduğunu, düşüncenin önemli ölçüde dille alakasını ve bunların kısıtlılığını kafaya takmak mümkün, ama bu sonsuz çene yarışını nisbeten susturmak da mümkün. Yazar bunu kabul etmiyor ve "İki şey istemimiz dışındadır, asla durduramayız" diyor, "nefes almak ve düşünmek". Yazar, "Nefesimizi bile uzunca bir süre tutabiliriz, ama düşünmeyi aynı süre kadar durduramayız" diyor, ben bu konuda o kadar emin olmaması gerektiğini düşünenlerdenim (Nuray Mert beni andı!) George Steiner, insanın kendini ruhen geliştirmek itkisinin ağızlarda peydahladığı o aci "bilinmezlik" tadını, melankoli ile özdeşleştiriyor ve düşünce ile melankoli arasında bir (eşdeğer) karşılıklılık (equivalence/Äquivalenz) karabasanı üretiyor. Yanlış değil, ama doğru da değil. Konuya karabasan perspektifiyle yaklaşmak zorunda değiliz.
   Yazar, insanın üzüldüğü veya üzülmesi gereken diğer konunun, asla mükemmelliğe ulaşamaması olduğunu söylüyor. Ne kadar da doğru! Ama bazen, mükemmelliğe eriştiğimiz duygusuna, veya yakınımızda/ekranımızda birinin mükemmelliğe ulaştığı hissine kapılıyoruz. Ağustos böceklerinin ve karıncaların bu konuda farklı normları olmalı, tıpkı ejderha katili masal kahramanlarının ve tabii ki peygamberlerin brahmanların kamların, durmadan dönen gezegenlerin ve onlara özenen samimi dervişlerin farklı mükemmellik normları olduğu gibi. Belki insanlar, asla ulaşamadıkları mükemmelliği birilerine yakıştırıp onları kendilerine peygamber, melek, Tanrı yapıyorlardır? Bu, onların zavallılığını değil, büyüklüğünü ve mükemmellik saydıkları meçhule yaklaşma azimlerini ve büyük cesaretlerini gösterir. Ben olaya iyimser tarafından bakmayı tercih ederim. Evet insan hedeflediklerinin çoğuna ulaşamaz, planla hayatın iki farklı şey olduğunu tesadüflere takıla kapaklana öğrenir, düşüncenin ne kadar hızlı olduğunu, hayatın gerçeklerinin ne kadar yavaş olduğunu da yaşaya yanıla düşe kalka öğrenir. İnsan, umutla bin türlü hedefine doğru ilerlemeyi karınca adımlarıyla sürdürürken ne umuttan vazgeçebilir ne de karınca adımlarından, ama bütün bu mutsuzluk/melankoli "kaynakları"nı kurutmanın yolu yöntemi, sonsuz mistik kaynaklarda, Vedanta'da, Dao De Ching'de, Srimad Bhagavatam'da mevcuttur ve insan iç huzurunu bunlarsız da bulabilir. Burada hemen anlatabileceğim en kolay yöntem, üzerine yoğunlaşıp düzenli olarak düşüneceğiniz, onu aksiyona dönüştürüp bir sonuca bağlayacağınız problemler çözmektir. Mesela bir yıllığına Fiji'ye mi gitmek istiyorsunuz? Bunu seferberlik-savaş meselesi falan gibi bir şey ilan edip, parasını pulunu ve orada ne kadar süre kalıp ne yapacağınızı, tek kuruş paranız da olmadan planlayıp gerçekleştirebilirsiniz, yeter ki belli bir düşünce yoğunluğuna samimiyetle ulaşın. Fırsatlar, olaylar, tesadüfler, bir şekilde gerçekleştirmenize destek olacaklardır. Haberi bulan ve herkese -nerden buldun- dedirten gazeteciler, bunu çok iyi anlayacaklardır, veya aklına cins cins fikirler gelen yazarlar. Önemli olan yoğunlaşmak ve samimiyettir. Bu ikisi, melankolinin düşmanıdır. Bütün gün arpacı kumrusu olmanıza gerek yok. Devamlılık ve işin peşini bırakmamak, inanmak esastır. Tabii hayatınızı böyle cenderelerle sıkmanıza gerek yok. Eğer hayatınızdan memnun olmayı biliyorsanız, bunların asgarisiyle yetinebilirsiniz, en mutlu insanların ünlü ve zengin olmadıklarını, mütevazi evlerde oturduklarını ve kendini para diye paralayanları hayretle seyrettiklerini unutmamak şartıyla. Düşünceler ile düşüncelerin gerçekleşmesi arasındaki "fark" ("uçurum" da diyebilirdik) oldukça büyüktür, ama çaba ve umut esastır. Bu elbette insanı karartan bir durum, ama ille de "yapacam" diyorsanız, cendereye girip yukarıda yazdığım kaynaklara başvurabilir ve çabalarınızın yoğunluğunu yüksek oktanlı hale damıtabilirsiniz ve sonra daha kolay mutlulukları tercih edebilirsiniz, bunların zamanını türünü kendiniz belirleyebilirsiniz. Melankolik olmayacağınızı göreceksiniz. İnsanları, "saygın" olabilsinler diye kıçıkırık "büyük adamlar" tarafından konmuş normlara uymaya zorlayıp, zorlandıkları sürece mutsuz, başaramadıklarında daha da mutsuz olmalarını dayatmanın, en başta özgürlük prensibi ile sorunu var. Hayatın sadece nicel değil, nitel kaliteyle alakalı bir şey olduğunu unutmamak gerekir.
   İnsanın "makul akıl" dediği, ondan da öte matematiği fiziği, evreni falan açıklarken "insana göre" açıklıyor -ve sırf bu nedenle zaman zaman "saçma" gelen anlaşılmazlıklara bilinmezliklere tosluyor. İnsanın samanyolundaki noktanın noktası canlılar olarak bu kadar büyük sayılarla hesaplar yaparak eğlenmesi bile başlı başına uşuracak sevinç malzemesidir, üzüntü değil. Yazara kalacak olursa makul akıl daima bir yerde karanlığa toslamaktadır, aydınlık hep bir yerde karanlığın önünde duraklamaktadır. E ne yapalım? Kaldığı yerden devam edecektir ve arada en kral şarabın dibine vurup en güzel aşkları da yaşayacaktır.
   Aşk demişken, insanın en sevdiği en yakınının düşüncelerini dahi çözememesi, anlayamaması da yazarın melankoli konusu. Bu yüzden memlekette sayısız cinayet işleniyor da olsa, konu bir uygarlık meselesidir. Hem ağlar hem gideriz, hem üzülür hem seviniriz. Her düşüncenin bilinmemesi hiç de fena bir şey değildir bana sorarsanız.
   Bazı düşünceler düşünmeye değmez. Sadece bu bile önemli ölçüde negatif düşüncelerden uzaklaşmaya, üzülmeyip yaşamaya yardımcı olur. Sıradan günlük düşünce ötesi "fikriyat" anlamında "düşünmek" öğrenilebilir mi? Elbette! Ama "hadi, bundan kelli ben düşünmeyi öğreneceğim" diyorsanız, -bu tüm işler için geçerlidir- o işten uzaksınız demektir. Elbette öğrenebilirsiniz, uzaya gönderilen uyduları regaip kandili sırasında melekler imal etmiyor, hepsi insan ürünü ve bence -akli melekesi- ortalamanın ortasında herkes, her şeyi hakkıyla öğrenebilir, ama öğren meli midir? Asıl soru budur. Çünkü düşünmeye karar veren kişi, bunu çoktan, hem de üzerinde düşünmeden yapmıştır, onunla ilgili konularla ilgileniyordur ve amcası-dayısı "sen bundan sonra düşün" dedi diye bir gece ansızın düşünmeye karar vermez. Kendini iyi gözlemleyebilenler bir gece ansızın böyle kararlar vermezler. Her insanın kendi doğasına has böyle "karar vermeden vermiş olduğu kararları" vardır. Buna uygun yaşayanların, melankolik olmalarına ne gerek ne hacet ne de gereksinim vardır. Hayat, düşüncenin binbir türüne açık renkli bir alandır ve bunlardan biri, diğerinden daha değerli veya değersiz değildir. Bilmemkaçmilyon ışık yılı uzaktan Dünyaya bakmaya gerek yok, Ay'dan Dünyaya baktığınızda bile bu gerçeği görebilirsiniz. Düşüncenin özgür akışını susturmak, hatta kendini/nefsini "terbiye" ederek ("marizlemek" anlamında), öğrenme kapasitenizi ve dikkat/yoğunlaşma kapasitenizi artırabilirsiniz. Bu konuda günümüzde uzak Doğu'da çok şey öğrenebilirsiniz, hatta iradenizi kullanıp kendi metodlarınızı kendiniz de geliştirebilirsiniz -yeter ki o kurallarınıza sadık kalın (ama neden?! Eğer bir konuya yatkınsanız, kendinize eziyet etmenize genellikle gerek kalmaz). Ama düşünmek ile yaratıcılık arasındaki farkın daima bir burukluk kaynağı olabileceğini düşünmek yerine, bunları "doğal akışlarına" bırakabiliriz.
   Yazarın sözünü ettiği son melonkoli kaynağı, "Önce söz vardı" veya "Yaratan Tanrı'nın adıyla oku" sözlerinden tanıdığımız: Dil. Yazar, kendi uzmanlık alanında yazmanın verdiği rahatlıkla, Tanrı'nın ve inancın önemine, günümüzde bunun reddinin, bu açığın (sadece kanıt/kunut malzemesi olmamasına rağmen) -bilimsel veya mantıksal gerekçelerle kapatılamamasını da bir melankoli gerekçesi sayıyor.
   Bugünün laik akıl-fikir toplumu, sınırsız söz ve rasyonel düşünce üzerinde geliştirilerek inşa edildi, ama Tanrı üzerine/merkezli konuşmaların tartışmaların yerini tutabilecek bir faktör (inancın son birkaç yüzyıldır modern toplumların gündeminden düşmesine rağmen) bulunmuyor. Onbin yıldır insanın düşünce/hayal dünyasını şekillendirmiş inançların, Tanrı fikrinin ve onlardan kaynaklı metaforların, deyimlerin, düşünce kalıplarının vs. etkisinin, üçyüz yıllık bir modernleşme/kapitalistleşme sürecinde insanın harcındaki payını görmezden gelmek/reddetmek mümkün değil, ama bal gibi reddediliyor, bilim/ilim/dilim bunu gerektiriyor ve bu da "üzüyor." Yazar, onca belirsizlik sürerken, en azından insanın varoluşu kadar eski Tanrı/kutsal kavramı'nın rasyonel düşünce adına iptalini, melankoli gerekçesi sayıyor. Tanrı, Twitter Thread'leri ile reddedilip yerine günlük rasyonel "neden-sonuç" ilişkilerinin ve akıllı laf salatalarının konabileceği bir faktör değil. Ama bu üzüntü konusu bile, Tanrı'nın bu zamana göre yeniden tarifiyle aşılabilir, üstelik bu, insanların Kal-ü Belâ'dan beri yaptıkları şeylerden olur. Her çağın kendine göre bir Tanrı/kutsal anlayışı var, bu çağın neden olmasın?
   İnsanı esas üzüntüye gark edenler: klişeler ve yarımbuçukluklar ve vıdı vıdı konuşup hiç bir şey söylememekler. Çokluktan ziya kaliteye odaklanınca, melankoli nedenleri de kendiliğinden ortadan kalkıyor ve geriye dingin, canlı, derin bir huzur kalıyor. Mutluluk için sağlam bir dayanak noktası. O halde düşünceyi ve keşişler gibi "düşünmemeyi", malankoli değil, sevinç nedeni haline getirebiliriz. Düşüncenin hızı ve eylemin ahesteliği arasındaki farkı bilir ve kabullenirsek, boş yere üzülmemize gerek kalmaz.

20'inci Yüzyılın gizli kalmış en önemli siyasi olayından, 21'inci Yüzyılın belirmekte olan en önemli siyasi olayına

Dünyanın bugünkü siyasi coğrafyasını belirleyen tarihi gelişmelerin ve faktörlerin önem sıralaması, yorumlayanlara göre değişir elbette, ama gözden kaçmış bir olaysa, özellikle önem kazanıyor. Zira suyun içinde yaşayan canlıların suyun farkına varmamaları (veya ancak su iyice kirlenince anlamaları) gibi temel olaylar, farkına varılmayanın önemsizliğini değil, önemini gösterir genellikle. 21'inci yüzyıla damgasını vuracak önemdeki ve kalitedeki faktörleri anlamaya çalışırken, 20'inci yüzyılda -gözden kaçmış- böyle belirleyici faktörlerden birini özellikle anmakta fayda var.
   Geçen Yüzyılı siyasi açıdan belirleyen ve gözden kaçmış en önemli olaylar sıralamasında liste başı olan hangisidir? Ben bunu açıklamak için önce birkaç istatistiğe dikkatinizi çekeceğim.
   Milletler Cemiyeti 1919'da 32 bağımsız ülke tarafından kuruldu. Kurucu ülkeler arasında Asya'dan sadece 3 ülke bulunmaktaydı: Çin, Japonya ve Siam (bu ülke 1939'da "Tayland" adını almıştır). Güney Amerika'dan 9 ülke, Afrika'dan sadece Güney Afrika (resmen Büyük Britanya'ya bağlı) ve Liberya (ABD'nin koruması altında ilk bağımsız Afrika ülkesi). Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri tarafından, bir daha bu ölçekte Dünya Savaşı olmaması ve olmadan önlenmesi mantığıyla kurulan Milletler Camiyeti, ilhamını Immanuel Kant'ın yüz sayfalık "Zum Ewigen Frieden" (Sonsuz Barış Üzerine) adlı metninde değindiği "Milletler Hukuku" fikrinden almıştır. Kant 1795'de yazdığı bu eserinde, ancak uluslararası hukuk temelinde, kalıcı bir barışın kurulabileceğini söyler. (Gerçi yüz yıl kadar önce bu fikri Hollandalı Hugo Grotius savunmuştur, ama esasen Kant'a atıfta bulunulur)
   Almanya 1926'da, Türkiye 1932'de, Sovyetler Birliği ise 1934'de Milletler Cemiyetine üye oldu.
Burada ilginç olan, Birleşmiş Milletler'i 1945'de kuran -bağımsız- devletlerin sayısının 51'e çıkması değildir sadece, "eski sömürge"lerin sayısının azalma trendinin iyice belirginleşmesidir.
   Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde 1913'de, "Büyük Devletler"in (yani Lenin'in ifadesiyle "Emperyalist ülkeler"in) 163 sömürgesi/kolonisi bulunmaktaydı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1957 yılında bu sayı 82'ye düşmüştü. Sadece 1960 yılında 18 eski sömürge bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlığını kazanan ülkeler, aradan aylar geçmeden, hemen Birleşmiş Milletlere üye oluyorlardı. 1975 yılında Birleşmiş Milletlere üye devlet sayısı 144 idi, bugün 193, ve bu bağımsız devletlerin büyük çoğunluğu eski sömürge...
   Bu verileri okuyunca benim de ilk reaksiyonum, "Eee, ne var?!" olmuştu. Bu sayılara yukarıdan aşağıya bakarken görünmeyen ilk önemli faktör şu: Eskiden bir büyük imparatorluk dağıldığında, onun yerini yeni bir imparatorluk alırdı. Selçuklu dağılınca, yerini Osmanlılar, Safeviler falan almıştı. 20'inci yüzyılda bu kadim kural bozuldu. (Bugünün Dünya siyasi coğrafyasını oluşturan devletlerin çok büyük bölümü, büyük devletlerin dağılması sonucu ortaya çıkmıştır. Eski Osmanlı coğrafyasında bugün elliye yakın bağımsız devlet bulunuyor. Türkiye Cumhuriyeti esasen, Osmanlı'nın üç vilayeti üzerine kuruldu: Anadolu, Karaman, Sivas vilayetleri)
   20'inci Yüzyılı belirleyen ilk önemli -görünmeyen nokta- İmparatorlukların dağılması -veya merkezlerine indirgenmesi- prosesi sırasında ortaya çıkan yeni bağımsız devletleri, eskiden olduğu gibi yeni peydahlanan imparatorlukların yutmamasıdır. Sovyetler Birliği'nin Orta Asya ve Doğu Avrupa'yı vd. kontrol altına alması ve hatta ülke haritasına katması gibi olaylar bile eski imparatorluk fetihlerinden kategorik olarak farklıdır.
   İkinci önemli faktör, Dünya'da yeni bir "Bağımsızlığa kavuşma otomatizmi"nin ve ondan da önemlisi, sayısı ve ağırlığı hızla artan bir "Bağımsızlığa hak vermek, tanımak" mantalitesinin doğup serpilmesidir. İnsanların gözünde, başka halkları boyunduruk altında tutmak ahlaksızlık sayılmaya başlanmıştır. Yeni bir sosyal etik haline gelen bu tavrın, 20'inci Yüzyılı şekillendiren en önemli etmen olduğunu ve yükselen Sol/Komünist düşüncenin ilham verdiği mücadele biçimleriyle alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Sömürgelerde yaşayan insanların, emperyalist merkezlerdeki insanlar kadar özgürlüğe ve eşitliğe layık oldukları düşüncesi, sömürgelerin siyasi bağımsızlıklarına kavuşması fikrinin kolay doğmasına ve Avrupa'da halk arasında destek bulmasına neden olmuştur.
   Birleşmiş Milletler, Dünyada hakim hale gelen bu mantalitenin ifadesi olarak 1960'da, 1514 numaralı kararını açıkladı: "Her halk kendi kaderini belirleme hakkına sahiptir ve bu hakka uygun olarak siyasi statüsünü (yönetim biçimini), sosyal ve kültürel gelişme biçimini özgürce seçme hakkına sahiptir." Aynı maddeyle, halkların "yabancı hakimiyeti altına girmelerine neden olunması" da "Milletler hukuku"na aykırı sayılmıştır.
    İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkan eski emperyalist ülkelerden Almanya, savaş sonrası tüm sömürgelerini yitirdi ve o devir Almanya için kapandı, ama İngiltere, Fransa, Hollanda, hatta İspanya ve Portekiz için tamamen kapanmamıştı. Mesela koskoca Hindistan, hâlâ Büyük Britanya tahtının mülkü sayılıyordu. (En son sömürgeci Portekiz, bu "hâli"ne 1974 Karanfil Devrimi ile son verdi ve aynı yıl Guinea-Bissau bağımsızlığını kazandı. Portekizle savaşan Mozambik, Angola, Sao Tome ve Kap Verde, 1975'de bağımsızlık ilan ettiler, böylece sömürgeler ve sömürgeciler çağı sona erdi)
   İkinci Dünya Savaşı sonrasında iyice zayıflayan eski emperyalist ülkeler, Dünya'da yaygınlaşan "Bağımsızlığı haklı görmek" düşüncesine mecburen "hak verip", eski sömürgelerine askeri törenlerle veda ederken, "Bağımsızlıkları için bize müteşekkir kalacaklardır ve bize siyasi bakımdan bağımlı kalacaklardır, biz bunları sonra da yönlendiririz" diye düşünüyorlardı. Yeni bağımsız devletlerin aklen fikren de bağımsızlıklarını kazanmalarının çok uzun süreceği farzediliyordu. Ama hiç de öyle olmadı. Bu yeni ülkeler, en fazla on-yirmi yıl gibi hızlı süreçlerde özgüven kazanıp, üstüne üstlük bir de sömürgecilerine karşı milliyetçilikler geliştirdiler.
   20'inci yüzyılı siyasi açıdan önemli yapan, Dünyanın (birki istisna dışında) tamamının, Birleşmiş Milletler normlarına uygun teritoryal (ulus-) devletlere ayrışmış olmasıdır. Üstelik ABD'ye 2001 El Kaide saldırısıyla başlayan 21'inci Yüzyılda teritoryal devletler sınırlarının neoliberal globalleşme ile iyice geçirgen hale gelmesine rağmen, siyasi ufalanma trendi sürmüş, ama ufalanma durmuştur. Siyasi coğrafyanın sürekli daha küçük parçalara ayrılma eğiliminin, 2007-2008 kategorik sistem krizinin sonrasındaki aşamada, sistemin kriz ideolojisi İslamcılık tarafından ve etnik kimlikçilikler tarafından sürdürülmek istenmesine rağmen, bir yerde durduğu görülüyor ve tam da bu noktada, 21'inci Yüzyılın -gözden kaçmaya aday- tayin edici olası faktörlerinden birini konuşabiliriz.
   Teritoryal yeni devlet kurmak fikriyatı, Güney Sudan'ın bağımsızlığını ilan etmesi ve BM'e kabul edilmesiyle -sembolik olarak da olsa- sona ermiş görülüyor. Bundan sonra ortaya çıkan teritoryal "İslam Devleti" deneyi, bundan böyle malum norm dışı yeni teritoryal devlet kurmanın imkansızlığını bir kez daha tescil etti. Hatta BM normlarına uygun bir Katalan ve bir Kürt devleti kurma girişimleri bile, uluslararası camia tarafından reddedildi, başarısızlığa uğradı, hatta alenen bastırıldı.
   20'inci Yüzyılın ilk 20 yıllık bölümünde, "Ulusal Bağımsızlık Mücadelelerini desteklemek" fikrinin, Komintern'in ve SSCB'nin koruması altında yayıldığını, bundan da ilk önce Türklerin, sonra Çinlilerin ve diğer halkların yararlandıklarını daha önce de yazmıştım. Ama aynı fikriyattan, bağımsızlıkçı evrensel etik kuralların doğması ve bunların global ölçekte benimsenmesi son derece önemlidir ve gözden kaçan en önemli faktördür. Kısacası, 20'inci Yüzyılda, evrensel etik anlamında -klasik sömürgeci emperyalizme karşı- muazzam bir ruhsal değişim/dönüşüm yaşanmıştır.
   Bu noktadan Türkiye'ye bakacak olursak, aklı-fikri Birinci Dünya Savaşı öncesi Jöntürk devriminden laikliğin tesisine kadarki dönemde kalmış Yeni Osmanlıcı intikam yeminlerinin de, Turancı/Milliyetçi Enverciliğin de, Osmanlı'nın dağılmasını önlemek gibi bir şansının kesinlikle bulunmadığını bir kere daha idrak ediyoruz. Trend, imparatorlukların küçük ulus-devletlere bölünmesi istikametindeydi ve istisnasız bütün büyük devletler/imparatorluklar, bu süreçte yıkılmak/dağılmak veya demokrasinin şartlarına entegre olmak zorundaydılar. Bu zorunluluk, süreç içinde halkların değişen mantalitesiyle ilgili bir durumdu. Yani ürkek Vahdettin efendi ve Yeşil Ordu'su, Anadolu'daki bağımsızlık mücadelesini yenip sustursaydı, en fazla on yıl, bilemedin yirmi yıl sonra yeniden yıkılacaktı ve belki geriye Hilafet falan değil, Diyanet bile kalmayacaktı, çünkü 1930'lardan itibaren Dünyanın en ateist devrinin yaşandığını ve o dönemde iktidarı ele geçiren milliyetçiliklerin, kendi krallarına/hükümdarlarına karşı çok daha gaddar davrandıkları malum. Hindistan bile 1950'den önce bağımsızlığını kazandı, Türkiye de mutlaka kazanırdı.
   O halde, 21'inci Yüzyılı belirleyecek faktörlere bakarken, esas gözönünde bulundurmamız gereken faktörlerin başında, insanların farkına varmadan zaman içinde karşılıklı etkileşim içinde bir bütün/global olarak kurdukları evrensel etik anlayışı geliyor. Günümüzde ideolojilerin, 20'inci Yüzyılda Sol fikirlerin başardığını başarmaktan tamamen uzak olduğunu islamcılık deneyinde gördük. İslamcılık, modern zamanlara uygun tipik bir ideoloji farmatında kurgulanmıştı ve hatta eski Sol'un icad ettiği bir çok terimi kullanıyordu, mesela nam-ı diğer "Emperyalizm"i. Fakat İslamcılık, bir ideolojiden beklenenin tam tersi bir etkiyle, "iyilere negatif örnek şablonu" haline geldi ve yeryüzünden silinmeden önce lanetlenmenin de adı oldu. 20'inci Yüzyıl başında Prusyalılar tarafından icad edilmiş olsa da İslamcılık,1990'lardan 21'inci Yüzyıla sarkan etki alanında, "En son ideoloji" olarak, yüzyılı belirleyecek yeni mantalitenin şekillenmesinde -negatif örnek olarak- önemli bir rol oynuyor. BM'ye hemen üye yapılan yeni teritoryal ulus-devletler furyasına benzer bir gelişme, bugün internette yaşanıyor. Artık Dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün kullandığı Smartphon'lar üzerinden, oradaki sosyal ağları kullanırken veya insanlar arasında ilişkilerin yeni kurallarını öğrenirken, herkesin sadık kaldığı bir yeni evrensel etik şekilleniyor ve bu etik, 21'inci Yüzyılı şekillendirecek başat güç.
   20'inci Yüzyılda Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bağımsız devlet kurmaları nasıl "doğal ve etik" sayılıyorduysa, bugün de insan haysiyeti/hakları, kadın özgürleşmesi, hayvan sevgisi/hakları ve sınırlar ötesi anlık kümeleşmeler, çeşitli konularda geçici siyasi örgütlenmeler, dinci/teolojik politikanın son ideolojisi İslamcılığın tersi değerleri yükseltiyor ve bu ivme küçümsenmeyecek bir başlangıca işaret ediyor. Sonuncu olarak İslamcılık tarafından temsil edilen teolojik ideolojinin kadını küçülten/baskılayan, yasakçı/günahçı sınırlılığı, despotizmi, barbarlığı, 20'inci Yüzyılda köhne Emperyalizmlerin oynadığı rolü oynayarak bir ilk nefret objesi halinde algılanıyor. Bu anlamda, internet üzerinden yayılan ve benimsenen evrensel etiğin, neoseküler bir özelliğe sahip olacağı görülse de, klasik teolojik politikanın bundan sonra 21'inci Yüzyılda sadece marjinal/yerel zayıf bir faktör olmaktan öte gidemeyeceğini gösteriyor. Buradan yola çıkarak, "Anlam arayışı"nın, klasik (alıntıcı) kitabî/Gazalî din anlayışından oldukça uzaklaşacağını söyleyebiliriz. Onun yerine, Taoizm ve Budizm gibi, çok köklü -Monoteist olmayan- dinlerin, "Anlam arayışı"nda ön plana çıkabileceğini söyleyebiliriz. Asya'nın yükselişine de uyan bu eğilim, bildiğimiz anlamda (İslamcı tipi) teolojik politikanın da ebedi sonu olabilir.
   Yeni neoseküler evrensel etiğin siyasi coğrafyadaki karşılığı ne olur? Mevcut düzeni sahici anlamda sallayacak veya yıkacak bir savaş/kriz olmadığı müddetçe, resmen ulusal sınırlar değişmeden kalmakla birlikte, o sınırlar ötesi birlikler, ortak hareketler, ortak kültürler, büyük bir değişkenlik içinde varolacaktır kuşkusuz. Ama siyasi sınırların sadece sembolik ve ikincil hale geldiği çokkültürlü internet ahalisinin yerinden yönetimleri esas alacağı bir dönem geliyor. Petrol/gas gibi sentral enerji biçimlerinin yerini desentral enerji biçimlerinin almakta olduğu bir süreci yaşıyoruz. Bu sürecin, 21'inci Yüzyıl içinde kesinlikle tamamlanıp, kapitalist sistemin ve kapitalist yaşam biçiminin de önemli/zorunlu değişim geçireceğini hesaba katabiliriz. Bu değişimin motorunu da yeni bir özgürlük anlayışı teşkil edecek gibi. (Korumacı/barışçı/vd. anlamlarda) "Kadınsı değerlerin yükselişi", "Hayvanların yaşam hakkı", global anlamda bireyin yeniden tarifi ve ona uygun evrensel bir hukukun kurulması, 21'inci Yüzyılda bütün bunlara yaşam alanı sunacak yeni bir seküler siyasi yapıyı gerektiriyor.