Devrimci-yaratıcı fikir (3) oluşturmanın beş adımı

"Fikir Yazıları"nın üçüncüsü, hayat koçluğu denen yeni dangalaklık türünü ve yaratıcılık konusunda firmaların kendi elemanlarına verdikleri seminerleri, kursları bir kenara koyarak başlıyor.
Çayınızı-kahvenizi yudumlarken "yaratıcılık" öğrenmek genel-geçer akçesinin yerine, bu yazı, gerçek yaratıcılığın ve gerçek yaratıcılığı kışkırtmanın genel teorisine değinmeyi amaçlıyor ve tabii Türkiye'nin içinde bulunduğu büyük değişim/dönüşüm düneminin şanına uygun olarak bir canım-cicim diliyle yazılmıyor.
Neden?!..
Yaşadığım son kırk yıl, en sahici yaratıcılıkların, devrimci bir atmosferde doğduğunu gösteriyor. Ama konu, bir kişinin özdeneyimiyle sınırlı tutulamayacak kadar önemli. O halde yaratıcılık türleri arasında genel bir ayrımla başlayalım. Kutsiyetle ilgili yaratıcılık türlerini başka bir yazıya bırakacaksak, iki türlü yaratıcılık vardır: Nicel yaratıcılık, nitel yaratıcılık. Ben bunlardan ikincisine gerçek yaratıcılık diyorum ve bol miktarda plastik oyuncak ve yaşam koçu fikriyatı üreten ilkini pek ciddiye almıyorum. Ama nicel yaratıcılık türü hayatımıza çok daha hakim olduğu ve bazen sahici sanıldığı için, konuya daha yakından bakmakta fayda var. Benim gibi bir süre Reklam Sektörü'nde dolanmış olanlar, bir kutu konservenin tüketiciye satılması için nasıl "yaratıcı" fikirler gerektiği gevezeliğine şahit olmuşlardır. Şu anda Türk reklam sektörünün en tanınmış tiplerinden biri bana bir "Creatif ve Art direktörler toplantısı"nda, "attır bi fikir" diye hitap edince bu "devrimci" dile şaşırmıştım ama alışamadım! Daha doğrusu bu banalliğe alışmak mümkün değil. Belki bir reklam şirketi beyin takımı toplantısından çok, Smartphone fikrini ilk açıklayan Apple mühendisini "devrimci" (nitel) yaratıcılığa yakın sayabiliriz.
Buradan, Türkiye'nin şimdiki zor zamanından çıkış yolunda yaratıcı fikirler üretmek konusuna gelmek, zor görünebilir ama değil -çünkü devrimci yaratıcı düşünce, cam masa başında zevzek reklamcılarla konuşurken değil, zor durumlarda baskı altında, durumların/hayatın tehlike altında olduğu hissinin herkesi kuşattığı atmosferde hayat bulur.
Devrimci/sahici yaratıcı düşünceyi, dangalak tipi piyasa yaratıcılığından ayıran ilk ilke, sahici yaratıcılığın ille de hoşa giden/gidecek bir fikir olmamasıdır. Yaratıcılık kursları veren ünlü/ünsüz tiplerin rahat koltuklara kurulan önemli/önemsiz müşterilerine verdikleri seminerlerde, yaratıcılığın "zevkli" birşey olduğu ve olması gerektiği gibi konulardan dem vurulur -özellikle şirketlerde bu hep böyledir! Gerçek yaratıcılık zorlu, terli ve alışılanın dışını da içeren birşeydir. Bu konuda ben, Oscar Wilde'ın kafasındayım. "Tehlikeli olmayan bir fikri ben fikirden saymam" der -ve bence de aynen böyledir, hele şimdi çok daha böyledir. Tam da bu noktadan, sahici fikrin kimliğine yaklaşabiliriz. Gerçek yaratıcılık provokatif, tehditkâr ve tehlikelidir. Sol'a kafası basmayan Sağcı Müslüman Türk elitinin Solcuları yok etmeye kalkması boşuna değildir. Sadece Sol'u değil, kendi "küçük kafası"na uymayan her fikri yasaklayan "kaz kafası" ise, yaratıcılığa tamamen kapalıdır ve nicel yaratıcılığı bile dışarıdan satın almak zorundadır. İşte bu ahval ve şeraitte yaratıcı düşünce -vasat haliyle bile- önemlidir ve ona mutlaka yer açılması gerekir. Devrimci/yaratıcı düşünceler içinde en tehlikelisi, -yani Oscar Wild'ın deyimiyle en sahicisi- "zamanı gelmiş düşüncedir" (Victor Hugo). Şimdi bize böyle bir kombinasyon lâzım.
Tamam, bunları konuştuk, ama sahici düşüncenin nasıl bir ortamda ortaya çıktığını, o ortamın adım adım nasıl kurulması gerektiğini konuşmadık. İşte burada, beş aşamadan bahsedeceğiz.
Sahici düşünceye giden ve bizim artık ardımızda bırakmış olmamız icab eden ilk aşama, taklittir. Evet. Gocunmanın lüzumu yok. Önemli buluşlar yapan kişilerin esasen bin türlü şey okumuş insanlar arasından çıkması boş bir hurafe olmasa gerek. Ama burada önemli olan, iyi taklitlerin bile yepyeni ve devrimci fikirler olmayacağıdır. Ama orijinal/tehlikeli yani devrimci fikirlere giden aşamada ilk adım, taklit edilen veya esinlenen fikrin genişletilmesidir. Buna, 1968'ci Türk gençlerin kendi ülkelerini zamanın Leninist fikriyatına uygun olarak yorumlamalarını örnek gösterebiliriz. İşte bu ikinci aşamanın sonunda, yorumların genişlediği atmosferde, devrimci düşüncenin ilk kıvılcımları çakar ve bu kıvılcımlar ilk provokasyonlardır. Burada, bilinen "güvenilir" düşünce kalıplarına bodoslama saldırı söz konusudur. Mesela "ama dinimiz" diye bir noktada durana, "dinini de al siktir git" demektir. Bu, beklenmeyen, fütursuz, kalıp kıran ilk mevzidir ve orada yeni bir alan oluşturulur. Kışkırtıcı üçüncü aşama, yaratıcı düşüncenin, tehlikeli sulara açılmaya başladığı, yani girilmeyen/yasak/tabu alana da girmeye başladığı aşamadır.
Üçüncü aşama, huzursuz eden/edebilen ve konforlu/alışıldık "düşünce" alanı dışına çıkan, bu anlamda da eski dayanak noktalarını ve kalıpları sallayan aşamadır. Bu aşama, "tartışılıp kabul edildi" türünden eski donmuş kalıpları önce tekmeleyip/sorgulayıp onların ötesine bakan bir temel anlayıştan beslenir ve devrimci/sahici fikrin yeşerdiği alana girmiş olunur. Bir önceki küflenmiş inanç sistemi putlarını kıran tüm peygamberler de tüm devrimciler de aynı yöntemi izler: Şaşkın bakışlara aldırmadan putlara tekmeyi geçirirler!
Devrimci düşüncenin üremesi için en uygun alan, dördüncü aşamadır. Görüldüğü gibi bunlar, aslında devrimci düşünceye uzanan kalite basamakları, nitel aşamalardır. Bir sonraki bir öncekinden daha kaliteli ve sahici olmaya yakındır.
Dördüncü aşamada, daha önceki değer sistemleri sallanmış, onlarla vedalaşılmıştır. Şimdi, dünyanın yeniden tarifi sözkonusudur. Gereğinde yeni terimlerle veya eski terimlerin yeniden tarifiyle veya eski terimlerin nasıl çarpıtıldığı açık/net gösterilerek, Türkiye'nin içine kapalı dünyası yeniden (dünyaya açılarak) tarif edilir. Yaşananların yeni bir gözle yeniden tarif edildiği atmosfer, yaratıcı zemini en verimli atmosferdir. Bu aşama mutlaka tepki görecektir -ama görmezse, asıl o zaman sahici olmadığı anlaşılır zaten. Kısacası tepki görmesi normaldir.
Son aşama, yani Devrimci/sahici, nitel kalitesi yüksek "tehlikeli" düşünce, işte bu "istemezük" atmosferinde doğar. En genel ifadesiyle "Aykırı düşünce" dediğimiz alanın en etkili uç biçimi buradadır. Ve bu alandan, ölümsüz fikirler ve ölümsüz adamlar çıkar. Tarihin tekerleğini de devrimciler çevirir.

Fikrin kökeni ve ortaya çıkışı (2)

Fikir (idea) konusundaki yazıların öznel yazılar olacağını söylemiştim, çünkü Fikrin ne olduğu konusunda bin türlü fikir var! Ben bu konudaki yaklaşımımı Türklerin pratik yaklaşımına uyan şekilde ifade etmeye çalışacağım. O halde amaç, "yeni bir idea oluşturmak" konusunda düşünenlere mütevazi bir özendirme arayışı.
Ben Fikrin temel dayanağı olarak hayal kurmak ve tasavvur etmek konularını seçiyorum.
Fikrin bir hayal/tasavvur meselesi olduğu ve onların canlı havuzunda bazı inspirasyon/ilham ve "yüce idrak" dediğim sıçramalarla doğduklarına daha önce de değinmiştim. Ama bu kez gösterilmesi gereken, galiba insanların neden bir fikir sahibi olup hayvanların olmadığı konusu olabilir.
İnsanın ilk önemli fikrinin ateşi kullanmak olduğunu mutlaka bir yerlerde okumuşsunuzdur. Ama hayvanların araç kullananları da var -mesela maymunlar ve kargalar.
İlk insanın araç kullanması ile diğer hayvanların araç kullanması arasındaki farklar, önemli şeyler söylüyorlar.
Bu olayı açık net bir şekilde gösterebilmek için bilimsel örnekler aradım ve buldum.
Ateşten önce ilk önemli fikrin, iki ayak üzerinde yürümek olduğu ve et yemeye beşlamak olduğunu söyleyen Georg Schaller, bu olayı Afrika'da Serengeti'de, yani İnsanlığın ilk ortaya çıktığı bölgelerde incelemiş. Oralarda insanların, vahşi hayvanların peşinden gidip, onların avladığı hayvanlardan arta kalanları yediğini ve bu esnada vahşi hayvanlardan korunmak için de bağırıp ses yaparak onları ürküttüğünü görmüş. İnsanların başlangıçta avcıdan ziyade bu şekilde artık toplayıcılar oldukları hakkında delilleri var. Serengeti'de aslan artıklarıyla beslenen yerlilere aslanların saldırmaması da ilginç. Kısacası, bilmediğimiz başka faktörlerin de devrede olduğunu (Simbiyoz gibi) ve doğada canlılar arasındaki ilişkilerin bugün düşünüldüğü gibi sadece birbirini yemekten ibaret olmadığını da gösteriyor Schaller -ki bu olaya sonra döneceğiz. İki ayak üzerinde yürümek fikri ise, insanın birçok bakımdan tamamen farklı bir değişim göstermesini başlatmış olabilir. İnsanın maymundan tamamen ayrı/farklı bir canlı olarak ortaya çıkışı 6.6 milyon yıl önce. İnsanla daha yakın akraba maymun cinsleri de bulundu -mesela Çad'daki Djurab çölünde. Ama bilinen en eski insan iskeleti, 3.4 milyon yıllık "Lucy." Aslında otcul olan İnsanın et de yemeye başlaması, iki ayağının üzerinde yürümesi, onun hem bedenini şekillendirdi hem de daha büyük bir beyne sahip olması için biyolojik koşulları yarattı.
Şimdi insanın diğer memelilere oranla neden onlardan ortalama yüzde yirmi daha büyük beyne sahip olduğu kunusunu "bilimsel bilimsel" konuşurken, "öyle istediği için" gibi "a-bilimsel" birşey söylesem, elbette garip kaçacak -ama ben bunu göze alıp, "Fikir" denen şeyin -bence- ikinci kuralını buraya yazıyorum: "İstemek", daha doğrusu "İstemeyi bilmek".
Yani bir hayaliniz olacak, bir tasavvurunuz olacak ve ona göre neyi istediğinizi bileceksiniz ve isteyeceksiniz.
Taştan yontulmuş avuç baltası
Schaller ve Watson, bu konuyu başka türlü ifade ediyorlar elbette. Onlar, "tasavvur etmek" konusunun geliştiği biyolojik koşulları yazıyorlar ve insanın bu koşulları nasıl oluşturduğunu anlatıyorlar. Mesela et çiğnemenin oy çiğnemekten daha kolay olduğu için insan çenesinin küçülmesini anlatıyorlar. Burada konunun püf noktası, her canlının belli bir "programla" dünyaya gelip o programa göre yaşarken, bazılarının bu programı bilinçli olarak değiştirdiği, bu değişikliğin en uç biçimini ise insanın yaptığıdır. İnsanın iki ayağı üzerinde bilerek/isteyerek yürümeye başladığını, bunun sıradan bir evrim falan olmadığını, iki bilim adamı kanıtladı: Nina Jablonski ve George Chaplin. Öğrenmişler, çünkü diğer rakip hayvanlardan daha üstün olmak istemişler.
İnsan onca milyon yıl iki ayağı üzerinde yaşarken ilk araç-gereci üç milyon yıl önce yapmıştır ve tam da bu noktada, fikir denen şeyin nasıl işlediğine dair daha somut işaretler buluyoruz.
Bilmem hiç taş devrinden kalma avuç içi baltası gördünüz mü? Ben Türkiye'de çeşitli müzelerde, hatta Göbeklitepe'deki kazıda, bu aletlerden gördüm ve elimde de tuttum. İlk dikkat çekici olan, bu aletlerin hepsinin bir orantıya göre yapıldığı gerçeğiydi. Bunlar su damlasına benzerler ve avucunuza aldığınızda elinize tam otururlar. Bu aletlerin bilinen en eskileri Etiyopya'da bulunmuş. (İnsan ırkının beyin yapısının ikibuçuk milyon yıl önce hızla değiştiğini biliyoruz)
Hayvanlar da araç kullanıyor. Özellikle maymunlar. Taşdevri insanlarıyla aradaki araç kullanma farkını araştırmak için arkeolog Nicholas Toth, akıllı bir Bonobo maymununa, sabırla, araç-gereç yapmayı öğretmiş, mesela taş balta! Küçük maymun, öğrenmiş tabii, ama önemli bir farkla: Taşları birbirine sürterek keskinleştirmeyi falan biliyormuş, iyi de yapıyormuş, ama eline geçirdiği taşı bıkmadan mağrasının zeminine vurarak.
İşte burada sevdiğim bir sanatçıyı anmak istiyorum, çünkü "Fikir" denen şeyin özünü, bir tek cümleye sığdırmayı başarmıştır. Auguste Rodin, büyük heykeltraş, eserlerini taşa nasıl işlediğini yaptığını şöyle anlatmıştı: "Taşın fazlalıklarını atıyorum, geriye heykel kalıyor." Yani o taşa baktığı zaman, içinde bir heykel görüyor (tasavvur ediyor). İlk insan da bir taş parçasına baktığında içinde bir taş balta görüyor ve onu ortaya çıkarmak için yontuyor. Bonobo maymununda olmayan şey, o tasavvur...
Fikrin özü böyle birşey.

Kaynaklar:
George Schaller, "The Last Panda" 1993
Peter Watson, "Ideen" 2006
Nicolas Toth, "Hominin brain reorganization, technological chance, and cognitive complexity" 2012 (Makale)

Yepyeni bir fikrin, uygarlığın doğuşu (1) ve Türk ruhunun kendi iç savaşı

Kalaçakra Mandala
Fikir...
İşte fikrin ne olduğu konusunda ortak bir fikir yok! O nedenle bu, biraz bireysel bir yazı olacak ve bir de amacı var.
Türkler tarihlerinin yeni bir dönüm noktasındalar ve bir Amerikalı Türkoloğun deyimiyle "Türk ruhu iki farklı istikametin çatışmasını yaşıyor. Türkler hangi istikamete yönelecek?" 
Ben, Türklerin kendileriyle hesaplaşacakları bir döneme girdiklerini düşünüyorum.
Belki kısaca şöyle anlatabiliriz:
Türkler Maveraünnehr'e 10'uncu Yüzyılda inip, Müslümanlığı seçerek yeni bir kültür alanına girdiklerinde, İslam Uygarlığı son demindeydi ve bundan sonra -Peter Watson'un deyimiyle-, "11'inci yüzyılda katı bir muhafazakarlık (köktencilik) istikametinde ilerledi ve Bağdat, önemini ve anlamını yitirdi". Türkler, son deminde devraldıkları bu uygarlığa yeni ama mütevazi bir Rönesans yaşattılar. İslam Uygarlığı, 9'uncu yüzyıl sonuna kadar, dünyaya önemli kazanımlar sunmuştu, mesela Cebir'in icadı bunlardan biridir, felsefi alandaki önemli katkıları ve eski antik eserlerin çevrilerek fikir dünyasına katılmalarını da sayabiliriz. Ama muhafazakarlık, İslam uygarlığını, daha 16'ıncı yüzyılda bitirmişti.
Türkler, uzun süren sağlam bir dirençle, Batı'dan yükselen yeni uygarlığa karşı koydular, tıpkı Çinliler gibi ve diğer Asyalı yüksek kültürler gibi.
Türkler, bu bölgedeki Türk yurdunda (Makedonya'dan Bulgaristan'ı, Kuzey Yunanistan'ı ve Batı Anadolu'yu içerek bölge) Batı'dan yükselen bu yeni uygarlık biçimine hem direndiler, hem de onu mecburen öğrendiler. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu, Türklerin Maveraünnehr'e inip Müslüman oluşları kadar önemli bir paradigma değişikliğidir. Türkler, tamamen bitmiş ve muhafazakarlığa dönüşmüş Müslüman kültür havzasından çıkıp yeni uygarlığa geç de olsa tam anlamıyla katılmak hamlesini Cumhuriyetin kurulmasıyla yapmışlardır.
Burada Batı uygarlığının nihai bir seçim olduğunu -elbette söylemeyeceğim, ama Türk ruhunu kazanmak amacıyla yapılan bir savaş var ve bu savaşın bir tarafı, eski Müslüman uygarlığı hayaliyle yaşayan bir tür yeni muhafazakarlık, diğer tarafı da Batı uygarlığının kaba eski Aydınlanmacı biçimi.
Buradan "Fikir ve Fikir tarihi" konusuna dönüp, bu önemli savaşın sonucuna ve Türklerin yeni istikametine değinmeden önce, Türkleri dünya sahnesine çıkaran fikri konuşmalıyız. Galiba Selçuklularda, özellikle de Selçuk Bey'in hayatında gizlidir...
Musevi dinine dahil olan Hazar Kağanını, Türklere kötü davranılmasını emrettiği için tokatlayan bir Hazar generalinin, Dokak Bey'in oğludur Selçuk. Ve bu ad, Museviliği çağrıştıran, aslı "Salcık" olan bir addır, Hz. Musa'nın bir sepete/salcığa konarak Tanrı'ya emanet edilişini anlatır. Bilindiği gibi Musa sonra Firavun'un kraliçesi tarafından bulunur ve Mısır'lı bir asil olarak yetiştirilir.
Hazar Kağanı'nın en güvendiği komutanı Dokak Bey, o olaydan sonra bir kenera çakilir ve Kağanına bağlı kalır. Hatta oğlu Selçuk Bey de Kağana ve Museviliğe sadık kalır. Selçuk Bey'in oğulları Musevi isimleri taşır: Mikail, İsrail, Musa, Yunus.
Selçuk Bey, ölümüne yakın Müslüman olmuştur ve bunun da bir siyasi seçim olduğunu unutmamalıyız.
Burada Müslüman olmayı abartan günümüz muhafazakarları, Selçuk Bey ve oğullarının, dinin evrensel bir şey olduğunu, ve bu evrensel prensibin yerel bir biçimine uyum sağlayarak, özüne karşı çıkmış olmayacaklarını biliyordu. Bu nedenle inançlı bir Museviyken, Museviliği terkedip Müslüman olmakta bir beis görmemiştir ve bunu da hayatının sonunda yapmıştır. Türklerin 20'inci Yüzyıl başında, gücünü ve yükselişini kanıtlamış Batı Uygarlığına yönelip onun prensiplerini -hatta Latin Alfabesini- benimsemeleri, zaten bir süredir düşünülen adımın resmileştirilmesinden ibarettir. (Zira Latin harfleri Cumhuriyetten önce de kullanılıyordu vb.)
Şimdi, tarihin yeni bir dönüm noktasındayız...
Dünya bir alt-üst oluş çağı yaşıyor. Asya, yeniden yükselirken Amerika geriliyor, Avrupa yenileniyor. Bu yeni trende rağmen dünyanın bütün normları ve global kültür Batı tarafından belirlenmeye devam ediyor. Bu denklemde -bugünkü muhafazakar tarifi üzerinden söyleyecaksek- "İslam Uygarlığı" diye birşey hiç yok, Asya var ve Asya'nın derin değerlerini ve Avrupa'nın yenilenen derin değerlerini anlamadan, Türk ruhunun ölü "İslami Muhafazakarlığın" alçaltıcı etkisinden kurtulması mümkün olmayacak. Bu nedenle, önce "Fikir" denen şeyi anlamak ve "Fikir"i (idea) özgürce kullanmayı öğrenmeyi yeniden hatırlamakta fayda var...
(İkinci bir yazıyla konuya devam edeceğiz)

Kaynakça:
Peter Watson, "Ideen" 2006
Charles Freeman "The Closing of the Western Mind" 2002

En büyük Romalı Traianus döneminde ilk globalleşme örneği

Bir imparatorluğun "en büyük" zamanlarındaki hükümdarlar her zaman dikkat çekmezler -bu imparatorluklar Roma veya Osmanlı gibi büyük imparatorluklar da olsalar. Wikipedia'da II. Selim'le ilgili yazıyı okurken -sizi bilmem ama ben- katıla katıla güldüm. Çünkü şöyle yazıyor: "Babasından 14.892.000 kilometrekare olarak devraldığı imparatorluk topraklarını 15.162.000 kilometrekareye çıkardı." (Ha çok da önemliydi!)
21'inci yüzyılda Bile büyüklüğü hâlâ toprak büyüklüğüyle ölçen feodal zihniyetin, Fatih döneminde bir tek şehirden oluşan Venedik Cumhuriyeti'nin Osmanlı kadar güçü olduuğunu anlamasına imkan yoktur. İşte aynı nedenle, Traianus da II. Selim gibi pek üzerinde durulmayan, ama Roma İmparatorluğunun en geniş sınırlarına ulaştığı dönemin imparatorudur. Onu konu olarak seçmemizin nedeni, bugün çok konuştuğumuz ve gerçekten de önemli olan "Globalleşme" denen şeyi ilk gerçekleştiren Roma İmparatorluğu "Imperium Romanum"un en çok özenilen imparatorluk özelliklerini temsil eden en güçlü dönem sembolü İmparator olmasıdır. Roma İmparatorluğu bugüne benzer bir uygarlığın daha önce örneği olmayan bir zirvesini temsil eder. İskenderiye'de sokakların kokusu, Milano'da kadınların parfümü, Yunanistan ve Batı Anadolu'da benzersiz taş işçiliği, Romalı askerlerin renkli büyük kalkanları, Kuzeylilerin, İskoçların dövmeli vücutları, bir Romalının konuştuğu ve bildiği konulardan. Çünkü bu globalleşme, ilginç bir şekilde günümüze benziyor. Mesela, aşağıdaki haritada göreceğiniz geniş Roma İmparatorluğu sınırları dahilinde Galya (Fransa) şarabı içilip İspanyol zeytinyağı kullanılıyor. Dost yayınlarının kitapları arasında yayınlanan "Zeytin üzüm incir" kültürünü anlatan bir kitap okumuştum -gerçekten çok güzeldi. Meyva ve sebzeler değil sadece, birçok şey, imparatorluğun tamamına dağılıyor. Romalılar, bu yol ve ulaşım için, sırf bunun için özel bir dil kullanıyorlar. Ketenden tunikler ve kumaşlar Mısır'dan geliyor, henüz pamuk dünyada yaygın değil (19'uncu yüzyıldan itibaren pamuk keteni yeniyor). Globalleşmenin en önemli unsuru ulaşım öyle iyi örgütlenmiş ki, tıpkı bugün gibi, bir yerden diğerine giderken hayvan veya araba kiralıyor, gittiğiniz yerde ulaşımla ilgili birime teslim ediyorsunuz.
Traianus döneminde Roma sınırları
TGaliba en ilginci, benim okulda en sinirime dokunan ders "Latince" okuyup yazmak, tüm Romalıların (Roma şehrinde yaşayanların) bildiği bir şey. Traianus'un M.S. 98 yılında İmparator olduğu sırada, tüm Romalıların okuma-yazma bildiklerini, aritmetik işlemleri yapabildiklerini biliyor musunuz? Sorunlar da bugüne benziyor. Mesela doğurganlık azalıyor, boşanmalar artıyor! Yolsuzluk davaları var -ki bugünü hiç aratmayacak boyutta. Harcamalarını devlete ödeten memurlar, dava çokluğu yüzünden çökmenin eşiğine gelen adalet sistemi. Mesela eşyaların yapımında bir ağaç cinsi mi moda oldu, hemen o cinsten tüm ağaçları kesiyorlar, ormanlara acımıyorlar. Sahillerin betonlaşması yok, ama taşlaşması var! Kontrolsüz sahil şehirleşmesi benzeri durumlar. Bugün gibi. Cinci Hocalar yok, onların yerine büyücü kadınlar var. Kocasının gözü dışarıda olan kadınlar bunlara başvuruyor, büyücü kadın da adamın kilden küçük bir heykelciğini yapıp onu baş aşağı bir kurşun silindire sokuyor, "büyülü" sözler söylüyor vs.
Beni özellikle ilgilendiren konu ise, tüm Roma İmparatorluğunda aynı paranın, Sesterz'in kullanılması.
Augustus döneminde konan para birimleri şöyle:
Bir Aureus (Altın para), 25 Dinar (Gümüş para). Bir Aureus, 100 Sesterze (Bronz para), en çok kullanılan da Sesterze. İki farklı boyutte bakır para da var (Asse ve Semes) ama Semes'i dilenciler bile almıyor.
Trisnus, bu globalleşmenin iyi bir örneği, çünkü 88 yılında İspanya'da VII. Gemina Lejyonunun komutanıyken (Burada "Roma Rakamı" kullanmamıza dikkat! Sultan II. Selim'in adını yazarken de Roma Rakamı kullandık), bir bakıyorsunuz İmparator olmuş, Ermenistan kralıyla savaşıyor, oradan Irak'a iniyor, derken İran'a giriyor falan. O devrin koşullarında muazzam mesafeler bunlar ve Hz. İsa'nın doğumundan yüz küsür yıl sonra yaşanmış bir devir.
Roma'ya özenen çok olmuş. Bu benzersiz İmparatorluk yıkıldıktan çok sonra Türk Sultanı bile titrleri arasında Romalıların kullandığı titrlerden kullanmış. Çar titri bile "Sezar"ın bir ifade biçimi. Osmanlı İmparatorluğu da Roma İmparatorluğu'nun Doğu toprakları üzerinde kurulmuş ve Batı Roma'yı topraklarına katamadan çökmüştür. Globalleşme denen şeyin, Roma ile başlayıp başlamadığını, bir çok şeyin bugün de Roma'ya benzeyip benzemediğini düşünmeye değer.

İnebahtı (Lepanto) Savaşı ve denizlerde Türk hakimiyetinin sonu

Bir gün içinde en fazla sayıda insanın öldüğü en büyük deniz savaşı İnebahtı"da yaşanmıştır. 7 Ekim 1571'de İyon denizinde, Yunan Pelopones yarımadasının heman kuzey-batısında, Petras Körfezinin girişinde, Kaptan-ı Derya Ali Paşa komutasındaki 260 gemiden oluşan Osmanlı donanmasıyla Amiral Don Juan de Austria komutasındaki 211 gemi kapışmıştır. Aslında İspanyol Çağı'na çarpıp batan Osmanlı'nın yerel bir savaşıdır da denebilir. Zira İspanyolların tüm dünyada gemi oynattığı bir devirde, Akdeniz'desadece 33 yıl süren Osmanlı üstünlüğünün bitişinin de sembolüdür. 28 Eylül 1538'de İnebahtı savaşında Andrea Doria komutasındaki İttifak, Kaptan-ı Derya (Kızılsakal) Barbaros Hayrettin Paşa tarafından bozguna uğratılmıştı. Andrea Doria, İnebahtı savaşında da komuta eden amirallerden biridir ve bu kez bir zafer kazanmıştır.
Bu büyük deniz savaşın asıl nedeni Kıbrıs'mış -desek yanlış olmaz sanırım. Çünkü sadece bir ay önce 1 Ağustos günü Piyale Paşa ve Lala Kara Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı leventleri Kıbrıs'ı ele geçirmişlerdi.

İnebahtı'da savaş düzeni: Sağda Osmanlı Donanması
Bu sırada Kıbrıs'ta yaşanan entrikaları duysanız, dudaklarınız uçuklar.
Venedik Cumhuriyeti, II. Yakub'un Kıbrıs kralı olması için ona destek veriyor, o da 1464'de tahtı ele geçiriyor. Kralın on yıl boyunca Venedikle iyi ilişkiler yürütmesine rağmen, bu Venediğe yetmiyor, onu Venedikli Katharina Cornaro ile evlendiriyorlar, ama her nedense Kral, daha evlendiği gece ölüyor ve yeni evlendiği karısı, hükmen Kraliçe oluyor. Yıl 1474. Türkiye'de tahtta II. Mehmet (Fatih) oturuyor. Bu sırada Türkiye'de tarih kitaplarında asla anlatılmayan yeni İspanyol çağı da Kıbrıs'ta kendini gösteriyor. Resmen Kudüs'ün ve Küçük Ermenistan'ın da Kralı sayılan II. Yakup, meğer Venediklilere karşı kendini garantiye almak amacıyla İspanyollarla iş tutmuş. İspanyollar, taze kraliçenin Venedikli danışmanını öldürmeye kalkıp Kıbrıs'ta bir ayaklanma örgütleyince, Venedikli amiral Pietro Mocenigo olaya el koyuyor, ayaklanmacıların hepsini feci şekilde öldürtüyor. Kraliçeyi 1489'da İtalya'ya gönderdikten sonra Kıbrıs, tam bir Venedik toprağı. Sultan II. Bayezid dönemi. İstanbul'da oturan Sultan pek oralı olmuyor. Ama Türkler Akdenizi kontrol eder hale gelince, işler değişir.
Kıbrıs'ın Osmanlı adası olmasıyla birlikte Avrupa'da Hristiyanların baskısı yükselir ve düşaman olan Venedik ve İspanya biraraya gelmek zorunda kalırlar. O dönemde zirvesini yaşayan Osmanlı donanmasında 600'e yakın kadırga ve 150 bin Levent bulunmaktadır.
Savaşın başlamasından önce Hristiyan kuvvetlerin gemileri küçük Oksia Adası yakınında dizildiler. Ertesi gün 7 Ekim Pazar günü gemiler karşılıklı birbirine yaklaştı. LaReal gemisinden savaşa komuta eden Don Juan de Austria, 206 gemisi ve 28 bin askeriyle savaşa girdi. 106 küçük yardım gemisi de onun kuvvetleriyle birlikteydi. Üç parça kalinde dizdiği filosunun sağ ve solundakiler hareketli gemilerdi. Zamenın en büyüklerinden 6 büyük Venedik gemisi de ortada ve kuzey kolunda görevlendirilmişlerdi.
Ali Paşa'nın filosu da üç parçalı dizilmişti ama onun daha fazla gemisi olduğundan, Hristiyan donanmasının uzunluğundan bir kilometre kadar daha uzun bir saf oluşturmuştu. Sabah Dokuz sularında Don Juan, bir ayin düzenlenmesini istedi. bir saat kadar sonra Don Juan, gemisinden ilk top atışını yaptı. Ona Ali Paşa, "Sultan" gemisinden top ateşiyle cevap verdi. Kırk dakika kadar sonra gemiler birbirine girdi.

Saat onbir sularında beş Türk kalyonu, San Marco'nun amiral gemisini kuşattı. Leventler gemiye çıkmayı başardılar. Savaşa giren amiral Agostino Barbarigo, komuta ettiği adamlarına sesini iyi duyurmak için zırhının yüzünü koruyan kısmını açmıştı. Bir Türk oku sağ gözüne saplandı ve amiral anında öldü. Fakat yardıma gelen ir gemiyle birlikte Türklere direndiler ve onları püskürttüler. Aynı anda Türk amiral gemisiyle merkezden saldıran Ali Paşa, Hristiyan ittifakının amiral gemisi La Real'i ele geçirmeye çalıştı Yeniçeriler gemiye çıktı, gene de gemiyi alamadılar.
Burada en dikkat çekici olan, Türklere dayanamayıp kırılan Venediklilerin yardımına gelen İspanyol askerlerin Türklere karşı etkili olmalarıdır. Bu açıdan bakıldığında savaşın sonucunu İspanyollar belirlemiş görünüyor. Gemilerin manevra yapmalarına imkan vermeyen sıkışık merkezde gemi gemiye, göğüs göğüse savaş oldu. Öğleden sonra bir sıralarında merkez gemilerde Hristiyan ittifakı zafer kazanmış gibiydi. Türkler, güney cephesinde Maltalıları yenmek üzereydi. Osmanlı donanmasının ikinci komutanı Uluç Ali, Maltalıları yenmiş gibiyken, üzerine Hristiyan merkez güçlerinin de yaklaştığını görünce, savaşın kaybedildiğini anladı ve otuz gemisiyle çemberi yarıp çıktı. Peleppones etrafından İstanbul'a çekildi. Sultan II. Selim'e yendiği Maltalı şovalyelerin bayrağını getirmişti. Sultan ona "Kılıç" ünvanını verdi. Daha sonra tarihte Kılıç Ali Paşa olarak tanındı.
Savaşın sonucu elbette önemliydi ama güçlü Osmanlı için yıkıcı olmaktan çok uzaktı. Hristiyan ittifakı 117 Osmanlı gemisini ele geçirdi. Osmanlı komutanı Ali Paşa savaşta öldü. Türk Ordusu İspanyol gücü karşısında 30 bin asker kaybetti. Buna karşın Hristiyan ittifakının kaybı sadece 8.000'di, 13 gemi kaybettiler. Türkler 60 gemi kaybettiler, 30 gemilerini de düşman eline geçmemesi için kendileri batırdılar. Hristiyan ittifakı bu zaferini bir kara savaşıyla desteklemekten uzaktı. Nitekim savaştan sonta Papa ölünce ittiak da bozuldu. Venedikliler Türklerin intikan alacakları korkusuyla yaşamaya başladılar. Zafer sonrasında İstanbul'a gelip yeni bir dostluk kurmaya çalışan Venedik elçisine Sokollu Mehmet Paşa'nın söylediği sözleri, Türkiye'de okula giden her çocuk bilir: "Biz Kıbrıs'ı alarak sizin kulunuzu kestik. Siz donanmamızı yenerek sadece sakalımızı traş ettiniz. Kesilen kol uzamaz, ama kesilen sakal daha gür çıkar." Gerçekten de Türkler, sadece bir yıl içinde 150 yeni savaş gemisi yaptılar! Osmanlı donanması, savaş öncesi durumuna bir yıl içinde ulaştı. Ama Psmanlıların bir deniz gücü ve deniz imparatorluğu olma amacı son buldu. Ve Türkler, bu savaşın gizli galibi İspanyollara hiç kafa yormadılar, Avrupalılar gibi Amerika'ya (veya deniz aşırı başka yerlere) açılmak gibi işlerle uğraşmadılar. Dünyada İspanyol çağı fırtına gibi eserlen Türkler bölgelerine kapandılar ve sanatın kültürün yükseldiği Türk Uygarlığının en güzel dönemleri başladı.