Demokrasinin topyekün tahribi, global ekonomi için bir zorunluluk mu?

Türkiye'de demokrasinin ve hukuk devletinin ayaklar altına alınması konuşuşurken, Macaristan'dan benzeri -sistemli- girişimler bütünü geldi... Colin Crouch'un "Postdemokrasi" diye adlandırdığı şekilsel demokrasi daha da bozuluyor ve çoğunlukçuluğa dayanan yeni tip diktatörlüklere dönüşüyor. Fransa'da da, Sarkozy'nin hukuk sistemini kontrol eder hale geldiği ve yargı bağımsızlığının ortadan kalkmak üzere olduğu konuşuluyor. Sol eğilimli Liberation gazetesi, bu "yenilikler"e dayanarak, "Sarkozy seçime hazır" diye manşet attı.
Demokrasi, aynı zamanda bir mücadeleler tarihi demektir ve bu mücadeleyi veren esas unsurlar da "Görünür unsurlar" ve "Görünmez unsurlar" diye ikiye ayrılır! Görünür olanların adına 'Sol', görünmez olanlaın adına da 'Kadın' diyebiliriz.

Türkiye'nin karışıklıklar devri 2012 ve 'Farklılıkları yaşamayı öğrenmek'

Türkiye, zayıflık olarak kabul edilen bir özelliğini güce çevirmeye hazırlanıyor. Bunu başardığı takdirde, sadece kendi iç barışını kurmakla ve ülkenin dinamiklerini serbest bırakmakla kalmayacak, geleceğin dünyasına örnek olabileceği önemli yanlarından belki de ilkini olgunlaştırmak için yeni bir süreci başlatacak. Bu süreci ben kısaca, 'Farklılıkları yaşamak' diye adlandırıyorum (farklılıklara sadece mecburen tahammül etmeyi çağrıştıran "farklılıklarla yaşamak" demiyorum).
Türkiye, neoliberal kapitalist çağın bozulma dönemine has bir postdemokratik totalitarizmin etkisinde. Bu dünyaya kazık çakabileceğini sanan bu geçkapitalist 'yeni muhafazakar' zihniyetin karikatür modelini Macaristan'da görüyoruz, -Türkiye'deki ilk modelini Menderes devrinde görmüştük. Bu sistem kısaca, oy çoğunluğuna dayanarak her istediğini yapaabileceğine inanan, global finans kapitalle tekparti devletinin bütünleşmesine dayanan bir tür postdemokrat "imdat kapitalizmi"dir. Sistemin global krizi aşamasında -denize düşen sisteme sarılan- yerel menfaat kapitalizmidir. Sadece ülkenin bir tek kesimi tarafından kontrol edilen neoliberal sistemin hayatta kalmak için her türlü hinliği ve vahşeti yapabileceği son haline böyle bir ad takabiliriz. 2012'nin ikinci yarısından itibaren, bunun siyasi ifadesinin nasıl çirkefleşebileceği daha "iyi" görülülüp anlaşılabilir.

Ankara ile Paris arasındaki 'Soykırım yasası' gerginliği Avrupa basınında

Fransız Parlamentosu, ülkenin yasalarına göre kabul edilmiş Ermeni Soykırımını inkar edenlerin bir yıl hapis ve kırkbeşbin Avroya kadar para cezasına çarptırılmasını öngören yasa önerisini sadece 40 oyla kabul etti. Karar Türkiye'de büyük ve duygusal bir tepkiyle karşılandı. Avrupa basınında olay hakkıda çok sayıda yorum yazısı çıktı. Sol eğilimli Süddeutsche Zeitung, hem Türkiye hem de Fransa'daki ölçüsüzlüğü eleştiriyor. "Birçok Türk, Avrupa Birliğine (AB) girmeye hazır, ama Tayyip Erdoğan'ın Hükümeti hazır değil" denilen yorumda, bunun gerekçesi şöyle anlatılıyor: "Erdoğan Hükümeti'nin Fransa'ya yönelttiği ölçüsüz tehditleri, AB'ye nasıl zararlı olduğunu hissettiriyor. AB'yi milliyetçiliğiyle rehin alırdı. Kendi tarihini bastıran (unutmaya çalışan) bir ülke patlayıcı maddedir. Türkiye'yi eleştirmek, Fransa'yı yeni kabul ettiği Soykırım Yasası nedeniyle övmek anlamına gelmiyor. (...) Fransa, Ermeni Soykırımını, 2001'de bir yasayla kabul etti. Bu iyi ve yeterli. Şimdi Soykırıma kuşkuyla yaklaşanları hapis cezasıyla tehdit etmek, bir ifrat/tecavüz (taşkınlık). Fransa, yasasını geri çekmeli -Türkiye de (Soykırımdaki) Türk sorumluluğunu kabul etmeli." (23.12.11)
Le Monde gazetesi, Ermeni oylarını kapmak için bir Muhafazakar oyunu olarak gördüğü kanunun kabulüyle, Ermenilerin durumlarının iyileşmesi gibi bir durumun sözkonusu olmadığı, ama Ankara ile kalıcı bir sorun doğduğuna dikkat çekiyor.

Büyük savaşta cepheler belirginleşirken, tarafsız haberin önemi

Burada bir zamandır, büyük bir savaş olasılığından sözediyoruz. Güya "iyimserlik" edip bu tehlikeye değinmekten mümkün olduğunca imtina etmek, olası gelişmelere -panik yapmadan- alttanalta hazırlanmak gibi bir sonuç doğurmadı. Suriye savaşına karşı kararlılıkla karşı çıkan, mücadele eden az sayıda kişinin sesi soluğu da kesilmek üzere. İyimserlik uykuya neden oluyorsa, uyuyanları tekmeleye tekmeleye uyandırmak da bir zorunluluktur. Burada sadece Suriye ve İran savaşından bahsetmiyoruz. Dünyada büyük bir cepheleşme yaşanıyor ve bu durum, pokerci suratlı diplomatlar/politikacılar tarafından önemli ölçüde gizleniyor. Sızan bilgiler kıt ve güvenmesi zor. İran/Suriye olayı buzdağının sadece görünen ucu.
Türkiye'de Suriye'ye karşı esip gürleyen iktidar çevrelerini ciddiye almak mümkün değil. Hem Suriye'yle ve İran'la köprüleri atmak, hem de İsrail'le ve şimdi de Fransa'yla "papaz" olmak, -savaş öncesi politikaları açısından değerlendirilirse- mantıksızlığın ötesinde, en hafif deyimiyle "çocuksu bir gayrıciddiyet". Böyle bir dönemde, kerameti kendinden menkul bir takım politikacıların "duygu patlamaları" ile yürütülen bir dış politikanın önümüzdeki dönemde Türkiye'nin başına fena patlayabileceğini nedense kimse düşünmüyor, konuşmuyor. Basında Suriye konusu neredeyse unutuldu. O unutulanın alttan alta yandığını gösterir çok sayıda işaret var. Ayrıca savaşa, sadece İran'da Suriye'de falan değil, birçok yerde hazırlanıldığı yönünde alametler görülüyor.

Paylaşımcı ekonominin ilk örnekleri ve temel kuralı: İyilik, dürüstlük

Burada sürekli bir 'Postkapitalist' dönemden bahsediyoruz. Hayatındaki hiçbirşeyi değiştirmeden, geleceğin güllük gülistanlık olabileceğini düşünen yurdum/dünyam insanı da böyle şeyleri hem merakla hem de inanmayarak okuyor. Nihayetinde "sosyalizm" de böyle tatlı laflardan oluşmuyor muydu? Sosyalistler ya reklamcı, ya da köşe yazarı oldu. Köşeyi dönüp ipek kravatlara dolananlar da az değil. Ama bir "kafa/gönül" sporu olarak, sosyalistimsi şeyleri okuyorlar!
Bu yazı onlar için değil. Burada Kim İl Sung'un cillop yeğenine uygun sosyalistik teorilerden değil, değişen alışkanlıklardan bahsedeceğiz -ki tüm ideolojilerden daha önemli ve daha gerçektir.
Bundan on yıl kadar önce ekonomist Jeremy Rifkin, mülkiyet devrinin sona ermekte olduğundan bahsetmiş ve büyük laflar etmişti, mesela "bir çağ sona eriyor" falan demişti (Bkz. "The Age of Acces" 2000). Burada Rifkin'i savunacak değiliz, ama özellikle iş sistemi ve ücretli çalışma ile ilgili kitaplarını değerli bulduğumuzu (ve burada değindiğimizi) belirtelim (Bkz. "The End of Work" 1995). Tabii bu kitapları aşıldı, başkaları tarafından güncellendi. Ama, 2008-2024 dönemine verdiğimiz adıyla 'Postkapitalist dönem için önemli popüler eserler/fikirler olmayı sürdürüyorlar. Ama bunlardan çok daha önemlisi, insanlar mülkiyet anlayışını sahiden terk ediyorlar.

Endüstri toplumundan "Hiperaktif toplum"a, acıtan bireysel rekabet mantığı

Bu yazı bambaşka bir yerden başlamıştı, ama bambaşka bir yerden yeniden yazılıyor ve esasen 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki toplumsal değişimin enteresan bir yönünü, Türkiye'yle paralellikler kurarak anlatmayı amaçlıyor.
Eski Sol jargona has sosyolojik dili benimsemiş Türkiye'de, bu dilin deyimleri ve tarzıyla konuşmak daha kolay. Konu, aslında endüstri toplumunun son çeğrek yüzyılda nasıl bir değişime uğradığı ve bugün nereye geldiğiyle ilgil -ama bu gelişmenin tek tek bireyler üzerindeki yansımasına bakıyor. Ve aynı zamanda sosyal medyayı da kapsama alanına dahil ediyor. Öyleyse nedir? Endüstri toplumu neydi ne oldu?
Endüstri toplumu; fabrika/iş toplumuydu, işçi sınıfı ve burjuvazi çatışmasına göre konumlanmış Sağ/Sol ayrımının toplumuydu, reel ekonominin haala asıl olduğu toplumdu, yani sosyalizmin çöküşü öncesinin "Liberal" toplumuydu.
İşte bu toplumun bireysel açıdan özelliği, karşınızda, sizin zıddınız veya kendinizi ona karşı çıkarak tanımladığınız yapılar/fikirler vardı -daha önemlisi, sizi bir konteksin içinde örgütleyen bir iş toplumu vardı. Sistemin merkez ülkelerinde bu yapı, -artık belirgin bir şekilde değişmiş, Türkiye'de ise yapay/sanal bir konteksin ortaya çıkmasıyla birlikte "bölünmüş" görünüyor. Türkiye, Sistemin ikinci çemberi içinde yer alan bir ülke olarak, hem 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki bu değişimi yaşıyor, hem de eski 'Liberal' dönemlere benzer -onun sanalı/yapayı- 'Neoliberal' bir yalancı iş toplumunu, eskiye benzeyen ama ondan tamamen farklı bir biat "kültürü" üzerinden yaşatıyor. Yalancı bir istikrar.

Şafak Pavey / Güçlü gelecek toplumun ortak hayalleriyle kurulur

Şafak Pavey'in 12 Aralık günü TBMM'inde AB Bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmasını buraya alıyoruz.

Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri...

Güçlü gelecek toplumun ortak hayalleri ile kurulur. Bizim de, çağdaş ülkelerin vatandaşları gibi özgürleşmek ve zenginleşmek hayalimiz vardı. Dünyaya huzurla bakan, üretici meslekleri olan bireyler olarak bir diğerine özen gösteren, diğerinin varlığına kin gütmeyen vatandaşlar birliği…
Gerek Avrupa’da gerekse Türkiye’de bu birlik bir sosyal demokrasi projesiydi.
AB ile süreç tamamlandığında bu rüya yerini daha yükseğine bırakacaktı. Fakat hükümet Avrupa Birliği pusulasını kaybetti. Çünkü insanlık değerleri üstünden dönüşmeyi değil, para üstünden ticareti hedeflemişti… Özgürlük ve hukuk nutukları, çakma reformlardan ibaret kaldı. Hrant Dink duruşmalarını size utanç örneği olarak sunuyorum.
İnsanı, siyasal değerler yüksek vatandaşlığa ulaştırıyor. Göç yönlerine bakın. Size insanın kaliteli hayat için nereye aktığını doğrudan gösterecektir. İyi yönetilmeyen ülkelerin vatandaşlarının, iyi yönetildiğini düşündükleri özgür ülkelere canları pahasına akması gerçeğine bakın.. Gerçek her zaman hamasetten güçlüdür.
Askeri vesayeti azaltmak için AB değerlerini kullanan hükümet, niyetini gerçekleştirdikten sonra, kendi sultanlığı devam etsin diye AB kurallarına uyum sağlamayı reddetti. Görüldü ki, niyeti özgür bir toplum değil, efendisi değişmiş bir toplum inşa etmekmiş…

Büyük bir 'Dünya Savaşı senaryosu'nu yeniden konuşmak ve Türkiye

Burada yıllardır bir 'Sistem Krizi'nden bahsediyoruz. 2007 yılında finans kriziyle başlayan aşamada, "finansal ekonomi" denen şeyin "reel ekonomi"den (ve gerçeklerden!) kopmasından bahsederken, bu kopuşun askeri alandaki yansımalarından bahsetmemiştik. Endüstrileşmiş kapitalizm nasıl krizdeyse, endüstrileşmiş savaş da krizde. Kriz nasıl bir sistem kriziyse ve dünyaya yayılma eğilimindeyse, bu atmosferde başlayacak savaş da öyle. Herşeyden önce şu önemli: Konjonktürel bir krizle karşı karşıya değiliz. Kriz doğrudan, sistemin yapısal sorunlarından doğuyor ve yayılıyor. Yıllardır ABD'nin global askeri stratejilerine ve büyük bir savaş tehlikesine dikkat çeken Kanadalı Profesör Michael Chossudovsky, 2005'den beri, "Üçüncü Dünya Savaşı" adını verdiği bu büyük savaşın operatif kısmına Türkiye'nin de dahil edildiğini söylüyor.

'Düşünmek', insanı neden mutsuz kılıyor, nasıl mutlu kılabilir?!

Bu çok eski bir sorun...
Friedrich Schelling'in doğa ve insan ilişkisi hakkındaki tüm iyimserliğine rağmen, 'Düşünmek' denen şeyin, derin bir yaratıcı-melankoli ile ayrılmaz bir bütün olduğu görüşü, 2008-2024 Değişim/dönüşüm dönemiyle ve gelecekle ilgilenen bu blogun da ilgi alanına giriyor.
Düşünmek denen şey nedir?
Düşünmek düşünülebilir mi?
Böyle sorular, tarihin fena halde hızlandığı günümüzde, kulağa belki biraz lüks entel züppeliği gibi gelse de, konuşulmak zorunda -hele düşünmek ve melankoli arasındaki bağın kırılması gibi bir sorundan bahsedeceksek.
Düşünmek konusunda tonla kitap yazılmış olmasına rağmen, bu olayın aslında ne olduğunu bilen yok. Düşüncenin ötesinde ne olduğunu da -rasyonel yoldan- konuşmak mümkün değil!
Peki  biz de konuyu rasyonel olmayan yoldan konuşsak?
Neden olmasın? Ama oraya gelmeden önce söylenecek çok şey var...

(yeni yazı)

Aralık 2012 eşiğinde İlerlemeci düşüncenin iflası ve postkapitalist mirası

Bugünkü anlamda İlerlemeci düşünce, 19'uncu Yüzyılın ilk yarısında ortaya çıktı. Tarih felsefesi ve kültür felsefesi formatında, 20'inci yüzyılı belirleyen asıl düşünce olduğunu söyleyebiliriz. İlerlemeci düşünce, Modernizmin temel felsefesi haline geldi. Bu düşüncenin tarihte ilk versiyonunun ilk kez, dünyanın bu tarafında Stoacılar tarafından kullanıldığını biliyoruz. Fizik, mantık ve ahlak üzerine kurulu Helenistik Stoacı düşünce, İstanbul'un kurucusu İmparator Konstantin döneminde (Doğu) Roma'nın tek tanrılı Hristiyanlık dinini kabulüyle birlikte terkedildi, ama çeşitli biçimlerde yeniden ortaya çıktı. İlerlemeci düşünceye göre tarih, bir çizgi halinde durmadan ileriye doğru gitmektedir. Linear tarih anlayışının "ürünü" İlerlemecilik fikri, aynı zamanda, dünyanın bir yerde başlayıp bir yerde de sona ereceği eski-mantığının deforme edilmiş seküler devamıdır. İlerlemeciliğe göre, genel yaşam koşulları (modern anlamda) sürekli daha iyiye gider, herşey eskisine nazaran daha iyi ve de güzel falan olur. Hatta bu gelişmenin bir "hedefe" doğru ilerlediği de düşünülmelidir. (Peki ilerleyerek nereye böyle?) Mesela "Diyalektik Tarihi Materyalizm"e göre toplumsal gelişmenin istikameti, ille de dünyanın heryerinde "ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, paracı toplum -pardon kapitalist toplum-, sonra da sosyalist toplum ve nihayet komünist toplum" istikametinde ilerlemelidir! (Dikmedirek ilerlerken 'Komünist toplum'da neden duruyor, bilen yok. Bu konuda Marx da birşey söylememiş malesef!)

İsrail'in kaderi ve Türk-Yahudi dostluğunu yeniden inşa etmek


Giriş...
Burada Kolbrin incilinden bahsederken ve Hz. Musa'nın Denizin içinden bir yol açarak halkını Filistin'e nasıl getirdiğini eski Mısır kaynaklarından aktarırken, Yahudi Halkının çektiği büyük acıları da hatırlamıştık (mesela tıklayınız).
İnternette 'Yahudi' diye yazıp arama motorunu harekete geçirdiğinizde, resimler arasında gene ilk sıralarda ırkçılardan kalma "kötü Yahudi" "tasvirleri"ni görüyorsunuz. İşin kötü yanı, buna şaşıramıyorsunuz, çünkü bugün bile dünyada, Yahudilere (çoluk-çocuk ayrımı yapmadan) peşin kin duyan ve onlardan nefret eden bir haşere sürüsü var. Bizim konumuz, bu küçük ama etkili halkın ve onların Filistin'deki ulus-devleti İsrail'in 2012 sonrasındaki olası kaderi ve son zamanda sistemli bir şekilde bozulan Türk-Yahudi dostluğunu bu süreçte yeniden kurmak ve yeni bir zemine oturtmak.
İsrail'in içinde bulunduğu zor zaman kalitesinden bahsederken (tıklayınız), orada etkiyen bir "kandırılma" durumuna dikkat çekmiştik. İsrail'in dolduruşa getirilmesi veya bir şekilde provoke edilmesi şeklinde de okunabilecek olan bu durum, güncel savaş tehlikesiyle birleşince, İsrail'in, etkisini 2012 Şubatına kadar sürdürebilecek son derece önemli (tayin edici) bir süreç yaşadığını gösteriyor olabilir. Asıl konumuz 2012 Aralık ayı sonrasındaki süreç olduğu halde bu etkiye dikkat çekmemizin nedeni, İsrail'in yaşayacağı büyük değişimin işleyiş türünü göstermesi bakımından önemli.
İsrail'deki değişimi, Ortadoğu'daki, Mezopotamya'daki ve özellikle Suudi Arabistan'daki değişimle birlikte ele alınca, konu daha da netleşiyor.

Rus Cumhurbaşkanı Medvedev'in konuşması ve Dünya Savaşı tehlikesi

Dimitri Medvedev, geçen hafta (23.11) yaptığı bir televizyon konuşmasında Rus halkını, Kızılordu'ya verdiği emirler konusunda uyardı. Bu emirler, Rusya'yı atom roketlerine karşı korumakla ilgili çok ciddi emirler ve yeni olmadıkları da anlaşılıyor. Olaydan çıkartılacak sonuç çok açık. Medvedev, Suriye kıyılarında bir Amerikan Uçak gemisiyle burun buruna duran Rus savaş gemilerinin, ürkmeyeceklerini ve Rusya'yı savunmakta kararlı olduklarını söyledi. Anlaşıldığı kadarıyla Rusya'nın NATO yayılmacılığına karşı tolerans sınırına erişilmiş bulunuluyor. Rusya, kendini korumaktan ve atom roketlerinden bahsediyor. Türkiye'nin bu denklemde koçbaşı rolü oynayarak ilk saldırı dalgasında yer alması, ülkenin intiharı olabilir. O nedenle Suriye ile savaşa/işgale/içsavaşa karşı çıkmak, şimdi bir yurtseverlik görevi haline gelmiş görünüyor.
Geçtiğimiz hafta Rusya ve İran, Türkiye'yi de uyarmıştı. Soğuk Savaş sırasında bile olmamış bir durumdu. Medvedev'in konuşmasından bazı bölümleri buraya alıyoruz...