Krizle birlikte Ekonomi Bilimi'nin ve bir zihniyetin çöküşü...

Üniversitelerde Alşimistlik fakülteleri yok, çünkü bilimden sayılmıyor. Sayılabilmesi için belli bilimsel kriterleri yerine getirmesi gerekirdi. Bu kriterlerin başında, en genel tarifiyle keşifler üzerinden sistematik bir şekilde genişletilebilen ve sınanabilen bir şey olması gerekir, bunun için de güvenilir kuralları olması gerekir.
Mesela "iki kere iki kaç?" sorusuna bilim "dört" der. Çünkü bunun bir kuralını koymuştur ve tarih içinde bunu sınamıştır. Bilim bu soruya bin türlü yanıt veriyorsa, ama yanıtlardan sadece biri "dört" ise, o şey bilim değildir. -Tıpkı bugünün "Ekonomi bilimi" gibi...
2008'de başlayan ekonomik krizi -tam tarihi bir yana-önceden tahmin edebilen "Ekonomist" sayısı, hiç yok denebilecek kadar azdır. Öyle ki, ekonomistler, deprem tahminleri yapan kahinler kadar, astrologlar kadar bile olamamışlardır. Dünyada kaç ekonomi fakültesi ve kaç ekonomi profesörü olduğunu düşünecek olursanız, durumun vahametini daha iyi anlarsınız. Ekonomistler, krizin çıkacağını önceden anlamak bir yana, krizin nasıl bir seyir izleyeceği konusunda da tam bir boşluk sergilemişlerdir.Yakın zamana kadar herkesin üniversitede "İşletme" okumak için çırpındığı bir dünyada içler acısı bir durumdur -ama çok öğreticidir.
Burada şunu rahatlıkla yazabiliriz: 2008'de başlayan ekonomik krizle birlikte, "Ekonomi bilimi" de çökmüştür ve artık bilimden sayılamaz. ("Ekonomi Bilimi"nin sonu derken, elbette önce, üniversitelerde öğretilen 'Neoklasik Ekonomi' "öğretisi"nin iflasından söz ediyoruz.)
Yazımızın konusu bu olmakla birlikte, olay çok daha geniş ve derin...

"Ekonomi bilimi"nin çöküşü; Üniversiteyi (teorik bilgiyi) herşeyin üzerinde gören ve onu rutin bir yüksek-lise dershanesi haline getirmiş olan eğitimli vasat teorisyenler/uzmanlar devrinin de sonu anlamına geliyor. "İşletme" ve "Ekonomi" eğitimi, bu toplumun (ve dünyanın) en özenilen, en "güzide" meslekleri haline geldiyse ve tam da o dalların dayandığı "bilim" kökten iflas ettiyse, konu aynı zamanda büyük bir toplumsal sorun demektir.
Hakim 'Neoklasik ekonomi teorisi', klasik ekonomi teorisinden devraldığı, "Piyasa herşeyi düzenler" ana fikri üzerine dayanıyor, krizin seyrini "Piyasa"ya bırakıyordu -devletler bırakmadı. Ulusdevletler, bankalara trilyon Dolarlarca para (?!) enjekte ederek -sadece bu sayede- finans sisteminin çökmesini önlediler.
Bilim dünyasında, "Ekonomistler"in bilim adamlığı sıfatını kaybetmesine doğru tırmanan belirgin bir eğilim var. Artık "Ekonomist", ne teorik anlamda, ne de ampirik anlamda, bilim adamı/kadını sayılacak durumda değil. Bu o kadar bariz bir durum ki, ekonomi bilimi artık kendi kriterlerine bile uymuyor.
Ekonomiyle ilgili bütün yüksek eğitim kurumlarında asıl "temel" bilgi olarak öğretilen Neoklasik öğreti, son zamanlarda yeni istikametler "keşfetmiş" ve mesela "İnsan davranışlarına göre ekonomi" diye adlandırılabilecek bir dal yumurtlamıştı (Verhaltensökonomik/behavioral economics). Birçokları gibi biz de bunun, İnsanoğlunu "Homo oeconomicus" olarak tarif etmek anlamına geldiğini söyleyip eleştirmiştik. Bu öğreti, İnsanoğlunun kendi çıkarı için her haltı yiyebileceği temel varsayımına dayanır.
Burada yıllardır neden "Ökönomi ökönomi" deyip durduğumuzun da bir nedeni olarak, bu temel varsayımın, aynı zamanda neoliberalizmin anafikriyle ilgili olduğunu belirtelim. Piyasanın herşeyi en iyi şekilde kendiliğinden hâle-yola sokacağına ve İnsanoğlunun kâr manyağı bir tür memeli hayvan olduğuna din gibi inanan bu son ekonomi teorisi, herşeyi de bu "anafikre" göre yeniden düzenlemeye kalkmıştır. Biz bu olaya, "Toplumun neoliberalleştirilmesi" de diyebiliriz, çünkü bütün sosyal ilişkileri ve devletin işleme biçimini içeren bir mantalite değişikliği sözkonusuydu. Özellikle Turgut Özal devrinden, "Devleti firma gibi yönetmek"  sözünü herkes hatırlar. Bir dönem, "özelleştirme"ye karşı çıkanlar neredeyse afaroz ediliyordu! Şimdinin neoliberal bütün (Sağ veya Sol kökenli) entelleri, önce "Özallaştırma/Özelleştirme" konusunda uzlaştılar. Sol ve Sağ'ın ötesinde buluştukları yer de, "Neoklasik piyasacı mantık"tı -ve bu mantık, sadece Türkiye'ye değil, dünyaya da hakim oldu. "Özelleştirme iyidir, ülkeleri zenginleştirir" gibi sözleri, artık yüksek sesle söyleyemiyorlar! Bu ses vızıltıya dönüştü. Daha birkaç yıl öncesine kadar bunlar, tartışılmaz doğrulardan sayılıyorlardı. "Neoklasik ekonomi bilimi" iflas etti, ama üniversitelerde aynen okutulmaya devam ediliyor.
Neoliberal devirdr firmaların "pratikliğini", "verimliliğini" ve daha birçok şeysini, mesela "Output'a odaklanmak" anlayışını, "Hizmet anlayışı"nı devlete uygulamak modaydı. Neoliberalizm, devlete düşmandı, çünkü neoliberal dönem, kapitalizme kamu malını yağmalama kapısını açan bir anlayıştır (zira yağmalanacak pek birşey kalmamıştır artık!). Devletlerin küçültülüp adeta özelleştirilmeleri, devletlerden nefret etmeyi kolaylaştıran etnik/dînî kimlikçilik ideolojileriyle de elele yürüdü. Türkiye'de "Dinsiz Cumhuriyet!"e karşı yükselen neoliberal light-İslamcı anlayış, bu konjonktürde gelişebildi, neoliberalizmin ulusdevlet düşmanı rüzgarını arkasına alabildi.
Neoklasik ekonomi anlayışının piyasaya tapan ve "müşteri velinimetimizdir" anlayışıyla hareket eden anlayışıyla devlet, bir firma gibi yönetildi. "İşletme Fakülteleri"nde kullanılan birçok terim, günlük hayatta kullanılır terimler haline geldi. (Mesela "İnsan kaynakları" terimi)
Sosyalzmin (yani kooperatist kapitalizmin) yıkılışından sonra "tek alternatif" olarak sunulan düzen, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde iflas etmiştir -bugün tersini iddia eden de yoktur artık. "Piyasayı ve yeraltı/yerüstü/insan kaynakları"nı en çok kâr getirecek şekilde "kullanmak" anlayışı, ne zamandır eleştiriliyordu. (Biz bu yazıda, düzene yöneltilen marksist ve postmarksist eleştirilerden bahsetmeyeceğiz -çok bahsettik). Gene aynı "Ekonomi bilimi"nin profesörlerinin eleştirileri bile, bazı şeyleri göstermek için yeterlidir. Bu eleştiriler -özellikle duyulmamış/duyurulmamış olmalarına rağmen- akademik çevrelerde yazılı belgeler olarak mevcuttur. Burada fazla ayrıntıya girmeden, kısaca bazı noktalara değinebiliriz. Ekonomiye psikilojik bir boyut kattığı iddiasındaki "behavioral economics" adlı popüler dal, daha 1979'da eleştirilmişti. (Bkz. Daniel Kahneman ve Amos Tversky'nin uzun makalesi, "Prospect theory. Decision making under risk")
Neoklasik ekonomi teorisinin, özellikle son ekonomik krizle birlikte inanılırlığını yitirmesinin baş nedeni, bu teorinin işlerliğini gösterebilmek için abstrakt/soyut örneklere ihtiyaç duymasıdır. Reel kapitalizmin içinden seçilen (ve artık birbirine bağlı firmalar demek olan) örnekler, Neoklasik teoriye uymuyor!.. Mesela Neoklasik teoriye göre ücret, işin üretim değeriyle doğru orantılı olarak artar. Ama rasyonelleşme ile işin üretim değeri arttı, ama işçiler işlerinden atıldı, ücretler ve işçi hakları hızla düştü, "kalıcı işsizlik" diye bir şey ortaya çıktı. Ve bu konunun, kapitalizme has 'Ücretli iş' denen olgunun da krizi demek olduğu anlaşıldı. Neoklasik teorinin böyle bir derdi incelemek bir yana, gördüğü bile yok. Neoklasik "ekonomi bilimi"nin temel teorisi "Rakabet" anlayışı da çöktü. Bu blogda yer alan "Dünya ekonomisini/siyasetini yönlendiren AĞ ve 'sistemin merkez firmaları'" (tıklayınız) başlıklı yazıyı okursanız, sistemin yüzde 40'ına sahip ve sistemi doğrudan yönlendirebilen -birbirleriyle ortaklıklar üzerinden bağımlı- bir firmalar ağının, rekabeti nasıl ortadan kaldırdığını anlatan yepyeni bir bilimsel çalışma hakkında birşeyler okuyabilirsiniz. Çalışma hakkında internette de çok sayıda makale mevcut. Neoklasik teorinin artık savunulamayacağını iddia eden belki en önemli bilim adamı, Paul Samuelson'dur. Bu Cambridge profesörü, Adam Smith'in klasik ekonomi teorisinin güncellenmiş versiyonu Neoklasik teoriyi, iki temel noktada eleştiriyor. Bunlar, güya Adam Smith'in "güncellendiği" noktalardır: Bütçe/Tüketim konuları ve İşletme/Firma teorisi. Bu iki alanda da, çok "rasyonel" bir yoldan gidilir ve işletmenin kazancı, yaptığı üretime bağlanır. Bu teoride sürekli kâr diye birşey yoktur. Ama pratikte, yeni devasa firmalar -mesela Bankalar- daha az çalışan ve daha az üretimle sürekli kâr eden yapılar haline gelmişlerdir. Hatta öyle ki, dünya ekonomisi çökmenin eşiğindeyken bile, kontrol ettikleri devletlerden trilyonlarca Dolar para alabilmiş ve tarihin en büyük "kâr"larını yapabilmişlerdir! Sistemin malum arz-talep ilişkisiyle ilgili Neoklasik teori de çoktan çökmüştür. Bu konuda Neoklasik teoriyi eleştiren Piero Sraffa'nın yarım yüzyıl kadar önce yayımladığı bir tek makaleyi burada anmak, yeterli olacaktır. (Bkz. Piero Sraffa, "Warenproduktion mittels Waren" 1976). Straffa'nın yaptığı en önemli şey, Neoklasik teorinin sadece soyut örnekler üzerinden işlediğini göstermek olmuştur.
Peki ekonomi bilimi, bilime özgü hiçbir öngörüde bulunamamasına, birçok bilimsel kritere uymamasına ve giderek alşimistler gibi soyut bir "bilim" müsveddesi haline gelmesine rağmen, nasıl olmuştur da bu kadar saygın olabilmiştir? Nasıl olmuştur da, her tahmininde yanılan koca koca adamlara her krizden sonra gene fikirleri sorulmuştur, nasıl olmuştur da tüm gençler "İşletmeci" olmaya kalkmış, ülkelerini ve dünyayı da "müşteriye hizmet" mantığıyla yönetmeye kalkmışlardır? İşte bu sorunun ilk yanıtı, "Para bilimden üstündür" ise, ikinci yanıtı, "Bilim paraya, minare kılıfına uydurulur" gibi "pragmatik" bir anlayıştır. Bu sorunun üçüncü yanıtı ise, çok daha derin başka bir sorunun/buzdağının ucuna işaret eder. O yanıt, "Bilimsel görünümlü teorilere inanmak" ihtiyacıdır, dinin/inancın bıraktığı boşluğu da doldurmaya aday (ama doldurması imkansız) bir "tartışılmaz fıkhî otorite" anlayışının yukarıdan aşağıya kitâbî düzenleyici rolüne teslim olmaktır. Yani, teori pratiği belirler anlayışının hakimiyetidir ve aynı zamanda İslamcıların kitabi Fıkıh anlayışıyla da aynı şeydir: Kitabın pratiği belirlediğine inanan aynı zihniyettir (ve burada daha önce sözünü ettiğimiz "Görsel/sezgisel-Sözel" diye iki ana başlık altında özetlediğimiz "İki farklı düşünme biçiminin arasındaki dengenin sözel düşünce ağırlıklı hale gelmesi"yle ilgilidir). Kısacası şudur: Ekonomi, ekonomi bilimi tarafından icat edilmemiştir. (Böyle ifade edilince daha kolay anlaşılıyor!) Önce ekonomi doğmuş, sonra oradan çıkan bazı verierle/bilgilerle ekonomi bilimi oluşmuştur -tersi değil. İdeolojilerin dünyayı mahvettiği 20'inci yüzyılda, önce fikir (ideoloji) yazılmış, sonra toplumlar ona uydurulmaya kalkılmıştır. Bu kafayla sadece Çin'de, "İleriye doğru büyük atılım" kampanyası sırasında (1958-1961) en az 16 milyon insan ölmüştür. Bazı araştırmacılar, 40 milyon kadar insanın öldüğünü iddia ediyor (O tarihlerde Türkiye'nin nüfusu 27 milyon kadardı).
Buradaki püf noktası şudur:
Ne buharlı makine, ne ampül ne de otomobil teorisyenler tarafından icad edilmiştir. Şu anda modern hayatı belirleyen tüm temel faktörler ve araçlar, pratikten doğmuştur. Üniversiteler, pratikten elde edilen bilgilerin toplanıp sistemli hale getirilmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır -tersi değil. Buradan yola çıkarak, ekonomistlerin veya diğer "uzmanlar"ın, güncellenmemiş bilgilerini günümüzün olağanüstü ortamını görmezden gelerek dikte etmeye kalkmalarının bilimsel ve ahlaki bir temeli kalmamıştır. Çünkü bilim denen şeye bile bugünkü şeklini veren kapitalist sistemin temel iktisadî "bilimsel öğretisi" çökmüştür ve onunla uzaktan-yakından ilgili tüm akademik alanların da kendini yenilemeleri, revize etmeleri gerekmektedir. Ondan da önce, pratik bilginin ve deneyimin, acilen rehabilite edilmesi gerekmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde hiçkimse, "her derde deva ideolojik fikirler" ile veya at gözlüğüyle okunan "Kutsal kitaplar" ile alıntı yapa yapa düze çıkılacağını beklememelidir.
Temel sorunun çözümü, kitaplarda değildir. Asıl mesele; pratiği, sezgileri ve melekeyi de devreye sokarak, 'sadece kitâbî/söz odaklı' olmaktan kurtulmaktır. Ekonomi biliminin çöküşü, bu istikametteki gelişmenin, tescilli ilk büyük örneğidir.