Türkiye'nin önündeki tehlikeli 'zaman kalitesi' ve 2011 yılına yeniden bakış

Türkiye, bu yılın başından beri, hepsi Ekim-Kasım arasında sona erecek üç farklı zaman kalitesinin etkisinde yaşıyor. Bunlardan ilki, Ekim ayında sona erecek zaman kalitesi. Bu etki, şimdi Türkiye'ye hakim olan "Değerler"in bir sağlaması niteliğindeydi. Mesela Osmanlılık ve 'Ecdadımız' konusu, Müslümanlığın para/mal karşısındaki tavrı konusu, etik/ahlak, adalet kavramı ve daha birçok değer, sınandı. Ülkeler astrolojisiyle ilgili dostlarımızın "Satürn ve Chiron arasında zıtlaşma" diye adlandırdığı bu durumun, oldukça kafa karıştıran -zıtların birliği türünden- bir zaman kalitesi olduğunu kabul etmek gerek.
Bir tarafta yani bir şey var, özgürlük vaad ediyor, bazı konularda hakikaten özgürleşme sağlamış durumda, eski tabular kırılmış, eski makromilliyetçiliğin engelleyici yanları aşılmış görünüyor -ki olumludur elbette...
Diğer yanda eski yükümlülükler, gelenek ve sorumluluklar var... 


Bu yeni durumda Osmanlı'dan kalma eski istekler/hayaller ve yeniden güçlü devlet olmak düşü yeniden uyanıyor, Türkiye bir dünya devleti olmanın hayalini kuruyor ve sanki oluyormuş gibi bir durum da var. (Ama bugünün şartlarında nasıl güçlü devlet olunur -bu konuda çağa ve geleceğe uygun bir tasavvur yok!) Hatta Türkiye elini uzatsa birçok hedefi yakalayıverecekmiş gibi bir duygu/durum hakim (Galiba Türkler, sadece bir yüzünü görüp diğer yüzünü göremedikleri bu aldatıcı bakışa oy verdiler).
Zaman kalitesinde çok kesin bir sınav var. Türkiye bu zaman kalitesinde, geleceğin kalitelerine uygun bir büyük ülke olmak yerine, 'Emperyal Devlet' olmak ve 20'invi Yüzyıl başında sona ermiş eski feodal despotizmin modern versiyonunu tercih etti...Bu ilginç zaman kalitesinin diğer yüzü, tüm bu eski hayallerin uyanmasına rağmen Türkiye'nin daha önceki uluslararası sorumluluk ve anlaşmalarına bağlı kalmak zorunluluğu...
Türkiye, İsrail'e karşı esip gürlemesine rağmen, İran'a karşı İsrail'i korumak için Amerikan radarlarını Doğu Anadolu'ya yerleştirmek zorunda kaldı. Aynı şekilde Libya'da, önce "NATO orada ne arıyor" deyip, ardından İzmir'de NATO operasyon merkezi kurmak da bu dönemin tipik özellikleriydi ve kafa karıştırıcıydı.
Sonuna ermekte olduğumuz bu zaman kalitesinin en belirgin özelliklerinden biri de etik değerlerin tarifi konusunda önemli bir yarılmanın yaşanmasıdır. Bir yanda Filistinlilerin haklarını İsrail zorbalığına karşı savunan (ama sadece Müslüman mazlumları savunan) bir anlayış, diğer yanda yıllarca -suçsuz- hapiste tutulan gazeteci ve subaylara karşı tam bir duyarsızlık. Zamanın diğer özelliği, bunların bağlayıcı etkisinden çıkamamaktı. Yani bir tür kamplaşmaydı. Bu iki ahlaki tutumun bağdaşmayıp ayrıştığı bir kamplaşmaydı ve kendi içinde uzlaşmaz bir çelişki teşkil eder hale gelmesiydi.
Türkiye'nin bu dönemde yaşadığı olaylar, bu büyük çelişkinin dışa vurumu gibi de gelişti. Türkiye'nin bu dönemde bol bol rest çekip, eskiden "bağlı" olduğu birçok bağdan kurtulmaya çabaladığı, ama bunun dünya gerçeklerine ters düştüğü ve hayali olduğu için pek de başarılı olamadığı görülüyor. Mesela İsrail'i "ayakbağı", veya "Ortadoğu'da önümüzde engel" görüp ondan tamamen kurtulmak, PKK ve Kürt hareketinden de her türlü tavizi vererek tamamen kurtulmak gibi fantastik girişimler oldu ve tabii başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye şu anda, BM'i suçlayan, Başbakan'ı BM'de (ve her fırsatta) Hitler gibi sert ve tehditkar konuşmalar yapan, İsrail'le Suriye'yle ve Kıbrıs'la "Savaş" sözcüğünü çok kolay telaffuz edebilen bir ülke konumunda. Çünkü ilerlemek istiyor ve bunların hepsini ayak bağı olarak görüyor...
Zaman kaliteleri, genel eğilimlere işaret ederler. Marifet, bunları bilip onlardan farklı hareket etmek, onların gazına gelmemek, ama onlardan yararlanmaktır. Türkiye'nin zaman kalitesiyle bu kadar "uyumlu" bir şekilde yalpalaması, onun tamamen keyfi bir şekilde günübirlik yönetildiğini gösterir -ki, bunun çok tehlikeli bir durum arzettiğini söylemek zorundayız, çünkü çok daha zor bir dönem geliyor. Bitmek üzere olan bu dönemin diğer özelliği de budur, yani keyfiyete çok yatkın olmasıdır. Eski sorumluluk ve anlaşmaların ayak bağı olarak görülmesi de bu durumu destekler. Bu dönemde anlaşılması gereken ve Türkiye'de iyi anlaşıldığı görünen diğer bir durum, Türkiye'nin şimdiye dek oldukça bağımlı/güdümlü dış politikalar izlemek zorunda kalmış olduğudur. Bunun değişmesi gerektiği fikri önemlidir, ama hangi istikamete değişmesi gerektiği konusu henüz muğlaktır, fena halde yalpalamaktadır ve eskinin doğru politikalarını da gözardı etmektedir.
Türkiye, bu zaman kalitesinin sonundan itibaren, yani Ekim ayından itibaren, sadece esip gürlemekle yetinemeyeceğini anlayacak...
Şu andaki "sert dil"in bir diğer nedeni de, kararsızlık...
"Türkiye bir savaşa girebilir mi? Girmeli mi? Girerse kazançlı çıkar mı?"
Bu soruların tamamı yanlıştır. Türkiye bir barış ülkesi olmalı ve öyle kalmalı...
Yakın bir gelecekte barış, en büyük nimet olabilir. Bir barış adası olmak ve öyle olarak kalmak en büyük kazanç olacaktır. Ama Türkiye, iç politikadaki ve ekonomideki olası tavsamalara karşı şimdiden bir "dış sorun" sahibi ve dikkatleri dışarıya çekebileceği mekanizmayı da şimdiden kuruyor. İç sorunlar fena bastırınca dikkatleri dışarıya çakacak mekanizmalara sahip olmak, çok eski bir siyasi kurnazlık malzemesidir ama çok da tehlikelidir -hele günümüz atmosferinde! Böyle teatral politika "oyunları", karşılıklı gizli anlaşmalarla olur. Yani İsrail, sizin İran'a karşı kalkan kurmanıza bakıp, afranıza-tafranıza ses çıkartmaz... -mı acaba?!..
İşte bu bilinmezlik, şu anda siyaseti belirleyici güce sahip görünüyor.
Sözkonusu savaş ihtimali konusunda kısa bir değerlendirme yapmamız gerekirse, İsrail'in yenilme modunda olduğunu söyleyelim...
(Şimdi, "İyi öyleyse, nasıl olsa yeneriz!" diyeceklere kötü haber: Birincisi yenemezsiniz, çünkü aynı gemide yolculuk ediyorsunuz, ikincisi, çöküşüne önemli "katkıda" bulunabilirsiniz. Tam da böyle bir durumda İsrail çok tehlikelidir. Yani İsrail batarsa, gözünü bile kırpmadan bütün dünyayı da batırabilir -önce de çöküşüne en fazla etkide bulunmuş olanları batırır.)
Türkiye'nin şu andaki gerginliği, karar verememekten kaynaklanıyor. Yani hem kendi kafasına göre ilerleyebileceğini düşünüyor, hem de birçok ayakbağı var ve bunlardan bazıları Türkiye için hayati önemde, çünkü dünya Türkiye'nin kafasına göre işlemiyor!
Tam bugünlerde devreye giren ve Ekim ayının ortasına kadar devam edecek olan başka bir zaman kalitesi, bu kararsızlık döneminin hemen ardından ne geleceğini kolayca tahmin etmemize yardımcı olabilir. (Çünkü Türkiye keyfi yönetiliyor!) Bu zaman kalitesi, Türkiye'nin kendisini mali/finansal durumu ve ekonomisiyle özdeşleştirerek değerlendirebileceğini, yani parasına/ekonomisine güvenerek hareket edebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda çok alıngan ve hırslı bir ruh haline işaret ediyor. Parayı konuşturup Afrika ülkelerine yardım etmek falan gibi durumlara işaret eriyor olabilir. Astrolog dostlarımızın deyimiyle "Mars'la ilgili" bir durum olduğundan, finansal durumu silah gibi kullanmak gibi birşeyler de olabilir -ki ateşli silah kullanmaktan iyidir. Ama bu çok kısa süren bir etki.
2011 Kasım ayı sonuna kadar sürecek başka bir zaman kalitesi de, ülkede büyük değişiklikler yapmaya uygun bir zaman dilimine işaret ediyordu. Geçen yılın Aralık ayında başlayan bu zaman kalitesi, Türk devletinin (Baas partisi ülkelerindeki gibi) bir tür zümre/parti devleti haline gelmesi şeklinde tezahür etti ve negatif bir gelişmeydi. Yaratıcı değişiklikleri destekleyen zaman kalitesinin, özgürlüklerin geliştirilmesi için değil de onun tersi istikamette değerlendirilmesi kuşkusuz önemli bir fırsatın heba edilmesi anlamına geliyor. Bu zaman kalitesinin özelliği, yukarıdan aşağıya daha büyük güç ve iktidar kuvvetiyle hükmedilmesidir. Fakat olumlu olmadığından, büyük meyveler vermemiştir. Otoriterliğe yatkın bir dönem olması ("Pluto"), bu özelliğin fazlaca ortaya dökülmesini sağlamıştır. bu zaman kalitesinin en yararlı olabileceği ortam, uzlaşma ve 'Gönüllü birliktelik' atmosferi olabilirdi. Fakat bu süre içinde Türkiye'ye uzlaşma değil kamplaşma hakimdi.  
Bu dönemin en önemli özelliği ufkun genişlemesidir. Bu da heba edilmiştir, çünkü "ufuk" niyetine konuşulan şey, "Yeni Osmanlı" ve 'Emperyal Devlet olmak' gibi 20'inci Yüzyıl başında kalmış, eskimiş, özgürlük düşüncesiyle taban tabana zıt, -coğrafya bazlı- "fikirler" idi. Türkler nedense, coğrafyadan kurtulup dünyaya bakamadılar bir türlü. Bazı barışçıl değerlerin vatanı haline gelmeye çalışan Norveçliler kadar olamadılar. "Biz Osmanlı olmak istiyoruz" diyerek tüm dünyayı hayal kırıklığına uğrattılar, çünkü Osmanlı üzerine kurulu iki düzine devlet var ve onlar Osmanlı olmak istemiyorlar. Üstelik bu devirde açık açık silahla-külahla feodal kafalı hotzotçu bir modern devlet kurmaya/olmaya kalkmak ciddiye alınamaz, tepkiyle karşılanır.
Kısacası, bu zaman kalitesinin sunduğu 'Bilinç Genişlemesi' durumu da boş ve tehlikeli feodal masallarla heba edildi.
Peki, hep birlikte bir yerde sona eren bu üç önemli zaman kalitesini ardından ne geliyor?

Bunun için önce, 2012 Aralık ayında sona erecek bir başka zaman kalitesini hatırlayalım. İki dönem arasında geçiş/köprü gibi bir duruma işaret eden bu zaman kalitesinin etkisi, 2011 yılının Mart ayında başladı. Bu etki, ikili ilişkilerde çok ilginç bir duruma işaret eder. Dostlarla ve/veya düşmanlarla yapılan gizli anlaşmaların, gene gizlice -tek taraflı- bozulmasını gösterir ve bu açığa çıkar. Yani gizlilik kabaca ihlal edilir, sırlar ortaya dökülür. Sözkonusu zaman sürecin daha ortasına bile gelmeden mesela PKK-MİT görüşmelerinin ortaya çıkması, bu etkinin benzeri önemde başka olaylarla sürebileceğini de gösterir -hatta daha çarpıcı gizli bilgiler ortaya dökülebilir. Bu sürecin en ilginç yanı, gizlilik ihlal edilip gizli ortaklıklar bozulurken, aslında başka teknik önemde ittifakların doğuyor olmasıdır ve bunların görünmemesidir. Buradaki yeni ortaklıkların ve anlaşmaların daha çok teknik bazda olduğu (mesela özel askeri/sivil danışmanlık firmalarıyla) ve pek siyasi olmadıkları görülüyor.
Bu zaman kalitesinin diğer ilginç yanı, çok güçlü bir düşmanın gizlice devreye girmesidir. Bu düşman şimdilik İsrail gibi görünüyor ama gizli destekçilere de sahip olduğundan çok ciddiye alınmak zorunda.
(İsrail'in ABD ile göbek bağına sahip olması yanında Yunanistan ve Kıbrıs üzerinden Rusya ile yakın düştüğünü, Hindistan'la çok iyi ilişkileri olduğunu ve Hindistan üzerinden de Çin ile iyi ilişkilerinin olduğunu, AB tarafından da desteklendiğini unutmamak gerekiyor. Ama en iyi ve kuvvetli ilişkileri elbette Batı dünyasıyla)
Buraya dikkatli bir şekilde şunu yazmak istiyorum: İsrail ile çatışmak da Türkiye'ye olumlu bir ivme kazandırabilir. Bu yeni ve olumlu ivme, Türkiye'deki Yeni Osmanlı zihniyetinin çökmesi sayesinde de gelebilir -ve tabii sancılı bir duruma tekabül eder. Bunu yazmamızın nedeni, 'Değişim/dönüşüm'ün Türkiye için bir zorunluluk olması ve öyle veya böyle mutlaka yaşanacak olmasıdır.
Gene aynı zaman diliminde etkiyen başka bir durum, duyarlılığın ve sezgilerin artması/yoğunlaşması durumudur. Bu özellik, birçok konuda hayat kurtarabilir. Burada başka ülkelere/halklara karşı yoğun ilgi ve sevgi uyanması durumu da var. Filistin ve Somali ilgisini buna örnek verebiliriz. Bu ilgi, siyasi durumları da desteklediği için, alabildiğine sömürülmeye açıktır. Spiritüel bir yana da sahip bu etkinin, mümkün olduğunca yaratıcı konular için ve ruhsal/sanatsal konular için kullanılması olumlu bir gelişme olurdu -ama sadece "kurnazlık" ve siyasi "manevra" alanında kullanıldı malesef.
Bütün bunlardan çıkan sonuç, bu süreçte Türkiye'nin hayatına sinsi ve güçlü bir düşmanın girdiğidir. Hiç de sevinilecek bir durum değil, zira Türkiye, gelecek yılın Şubat ayında sona erecek bir yükselme dönemini yaşıyor ve bu düşmanlığa -güçlü olduğu zamanda başladı. Türkiye, Şubattan itibaren yokuş aşağı gitmeye başlayan bir eğri çizecek. Ve bu düşmanlık çok daha acıtıcı olacak. Bence Türkiye, çok olumlu bir zaman kalitesini, hikayeden konular ve afra-tafra ile heba etmiştir. Çok önemli şeyler yapabilirdi, olmadı. Gerçekten üzünülecek bir durumdur. Ama Türkiye'nin önüne yeni ve büyük imkanlar gene çıkacaktır. Bu imkanların, büyük bir yıkımın ardından gelme ihtimali var. En geç Şubat ayına kadar Türkiye, her türlü makul ölçünün ötesine geçmeye çalışan çılgın bir köpürme hali yaşıyor. Bu hal, çok tehlikeli. Tehlikesi de, daha sonra iniş grafiği çizecek olmasından ve şimdi tükürdüğünü sonra yalayamayacak olmasından geliyor. Eğer coğrafi Osmanlının yeniden kurulmasına İsrail engel olarak görülüyorsa ve bu zehirli düşmanlık dilinin asıl nedeni buysa, sistemle de ters düşüldüğü anlamına gelir. Bunu "iyidir" diye yorumlayamayacağım, çünkü sisteme karşı olmak, coğrafya ile alakasız bir durum. İsrail, işleyen global kapitalizmin en önemli aktörlerinden biri (Türkiye de işleyen kapitalizmin aktörlerinden) ve acaip bir çatışmada İsrail ile Türkiye'den biri feda edilecekse Türkiye feda edilir İsrail değil. Türkiye'nin hem vahşi bir sıcak para düzeni uygulayıp hem de İsrail'le kapışmasının -sistemiçi- bir mantığı yokur ve neoliberalizme has tipik bir "Ekonomi ayrı şey, siyaset ayrı şey" mantığının, yani etnik/dini kimlikçiliğinin ürünüdür. Bu yolla sisteme karşı olamazsınız, sadece "Yeni Osmanlı" diye diye kendi kendinizi tatmin edersiniz ve bu çelişki mutlaka çöker. Türkiye'nin yaşadığı yükseliş döneminin baş uyarısı, "Kibirli olmayın" şeklindedir ama -bunu söylemeye gerek bile yok- Türkiye büyük bir kibir sergiledi, sergiliyor. Diğer uyarı, kendini her konuda haklı sanmak gafletidir -ki bir hamlık/gençlik işaretidir. Türkiye, cam evde oturduğuna bakmadan başkalarına taş atıyor ve daima haklı olduğunu yüksek sesle söyleyip duruyor. Ayrıca BM ve benzeri uluslararası kurumlarla takışmamak da bir uyarıdır. Bu kurumların iyi/doğru olduğunu idia eden yok, ama bu yükselme döneminde kendi tanıdığın sınırların içinde mümkün olduğunca az çatışmalı, barışçı bir yükseliş en ideali olurdu.
Şimdi Türkiye, güçlü döneminde düşüncesizce edindiği güçlü düşmanlarıyla uğraşmak zorunda kalacağı bir döneme giriyor.

Kasım ayından itibaren, 2012 Eylül'üne kadar sürecek ciddi bir dönem söz konusu. Çok anlamlı bir dönem olabilir. Türkiye'nin yaşamsal bir sorunla uğraşmak zorunda kalabileceğini söyleyelim. Türkiye'nin tarihinde yeni bir dönem/çığır açılıyor. Büyük değişimler olacağı kesin. Ama bu değişimin yeniden kötü istikamette mi -ki bu kez ülke harabeye dönebilir- yoksa iyi istikamette mi olacağı, son yedi yıl boyunca yapılanlara ve yapılmayanlara bağlı...
Ben geçmişe bakarak, değişimin pek de iyi bir yöne doğru gitmeyeceğini düşünüyorum -ama bu konuda yanılmak için elimden geleni yapmak isterdim!
Şimdi kesinlikle bilinmesi gereken, eski Türkiye Cumhuriyeti'nin artık varolmadığıdır -ama bir AKP Cumhuriyeti'nin de (sanılanın tersine) henüz tam anlamıyla kurulmadığıdır. Bu gelişmede esas olan, bir AKP Cumhuriyeti'nin kurulmuş olması değil, eski Türkiye Cumhuriyeti'nin sona ermesidir. Bunun anlamı şudur: Geleceğin Türkiye'si, henüz ortaya çıkmamıştır. Sadece yeni bir sayfa açılmış ve oraya birşeyler çiziktirilmiştir ama Türkiye'nin yeni tarihi henüz başlamamıştır...
Türkiye, önemli bir dünya merkezi olacak ama nasıl bir dünya merkezi? 
Şimdi bu soru yanıtlanacak gibi görünüyor.
Türkiye'nin bu etki altında Batı Dünyasıyla ilişkilerini yeniden gözden geçirebileceği ve yaşanabilecek başka olumsuzluklar sonucu İsrail'le daha gergin/düşman olabileceği olasılığı yüksek. Fakat Doğu'da gidebileceği bir yer olmadığından, Türkiye'nin eskisinden çok daha bağımsız hareket eden bir ülke haline geleceğini ve bunu destekleyen sosyal/ekonomik/enternasyonal mekanizmaları kurabileceğini söyleyebiliriz.
Bu zaman kalitesinin özelliği, kesin ve büyük bir radikal değişimi zorunlu kılmasıdır. Bu değişimin bir savaş sonucu yaşanması da mümkündür. Değişimin -her ne şekilde olursa olsun- (ister savaş sonucu, ister barış ortamında)- ileriki dönemde çok olumlu meyvalar vereceği kesin gibi.
Asıl değişim henüz başlamadı...
Kasım ayında başlayan yeni dönemin, yeni Türkiye'nin de doğuş sancılarına, doğuşuna ve yeni tarinin başlangıcına işaret edeceği söylenebilir. Ama yeni Türkiye'nin,  2012 yılının sonbaharı gelmeden, nasıl bir yer (ve neresi) olacağını şimdiden net bir şekilde söylemek pek mümkün değil.