Yalan prensibinin rasyonel sınırları üzerine


"Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi"

Can Yücel





"İnsanlar çok bozuldu."
Bu klasik vecize ne demek ister, nedir bozulan? Burada son zamanda sık sık 'Asil ruhlu insan' olmak diye bir şeyden bahsediyoruz (ve bahse-deceğiz).Tabii bunun en elementar anlamı, "bozuk olMAyan insan" demek olduğundan bunun temel ilkesinin de en başta samimiyetle -yani dürüstlükle ilgili olduğunu söyleyelim. Dürüstlük, dini/inancı da kapsayan erdemliliğin temel prensibidir ve dürüst değilseniz mesela dindarlığınızın bir anlamı, bir değeri yoktur. Sırf bir takım şekilsel dinî/inançsal kurallara/hedeflere dayandırıldığı gerekçesiyle, temeli kurumsallaştırılmış yalana/adaletsizliğe dayandırılmış sosyal bir günlük hayattaki ruh çürümesi, kurumsal yalanın toplumda kabul görmesinin şartları ve sınırları, bu yazının konusu...
Kutsal kitaplara göre yaşamak" diye izah edilen ve bu nedenle ona herkes uyuncaya kadar uymayanlara anca "tahammül edilebileceği"ni söyleyen, kendini inancın tekeli/bekçisi sayan homojen bir "dine uygun hayat tarzı" anlayışı yaşıyor. (Aslında buna "efsane" demek daha doğru olur) Bu anlayış, ona ters gelen itiraz eden hiçbir eleştiriyi kabul etmiyor. Tipik ideolojik yaklaşık tarzı olan bu tekçi anlayış, hapşırığının doğruluğunu kanıtlayıp eleştiri kabul etmemek için "Marksist klasikler"de alıntı arayan "reel Sosyalistler"in tutumuna benziyor. İdeoloji ideolojidir ve hangi kitaba dayandırıldığı hiç önemli değildir -ama kutsal kitaplara dayandırılması, çok daha vahim bir durumdur elbette.
1.
Yalan, söyleyenin doğru olmadığını bildiği bir durumu ifade eder. Ama söylediği kişinin buna inanmasını ister. Dürüst olmamak durumunun elementar ifadesi, 'yalan'dır. Yalanın birçok rengini biliyoruz. Pembesinden beyazına, oradan karasına kadar burada kısaca gözatacağımız yalanlardan en büyüğü ve "büyük günah" sayılanı, "mahkemede iftira atmak"tır
(Eski Ahit, Eksodus 20.16). Kutsal kitaplara göre şeytan, bu tip "yalanın babasıdır" (Yohannes 8.44). Bu yalan türüne şeytan da karışır, çünkü sosyal bir olaydır ve toplumun ruhunu belirleyen faktörlerdendir.
Dürüst olmak neden önemlidir? Bu konuyu incelerken, şu temel duruma dikkat çekmek zorundayız: İnsan, kendi zayıflığını kabul ederek ve bu zayıflığını başka birine ifade/itiraf edebilen, ve ondan da buna saygı/anlayış bekleyen tek canlıdır. Yani insan, güven duymak zorundadır. Bu durum, özellikle kadınlar için, kadın ruhu için daha büyük önem taşır. Dürüstlük ve samimiyet -bu özelliğiyle- bir sosyal ifade biçimiyle ilgilidir.
Dürüstlük bir olgu değil, bir işlemdir. Bunun anlamı, süreç içinde kanıt isteyen hareketli bir yapıya sahip olmasıdır. Birinin dürüst olup olmadığı, onun dış görünüşüyle değil, yaptıklarıyla ilgilidir
(söyledikleriyle değil).
2.
Bu blogda daha önce, "dil/söz odaklı düşünmek" (
ve onu dengelemesi gereken, "görüntü/his/vs. Odaklı düşünmek") diye birşeyden bahsetmiştik. Dil bilimcilerin (linguistlerin) daha kolay anlayıp anlatabilecekleri üzere, birşeyi sözlerle anlatmak, onu az veya çok farklılaştırmak opsiyonunu bağrında taşır. Bir konuyu anlatmak, insana öznel bir serbest hareket alanı sunar. Hattâ, ne kadar gerçekçi olursanız olun, bu öznelleşme faktörü az da olsa vardır. İşte önemli bir mesele buradan doğar. Günümüzün modern uygarlığı, son ikibinbeşyüz yıllık ilginç bir sürecin son ürünü, dil/söz odaklı düşüncenin de en son versiyonudur (bu süreç, ayrı bir yazı konusu). Yalana en uygun uygarlıktır. Ama yalan çok tehlikelidir -hele sosyalleşirse...
Önce, yalanın sosyalleşmesinin ne demek olduğundan kısaca bahsetmeliyiz.
3.
Dürüst olmak, herşeyden önce dinî bir kavramdır. Pembe-beyaz yalanlar ayrı konu, ama kara yalanlar, bütün dinlerde büyük günah sayılır. Yani bir çevrenin/zümrenin lehine veya aleyhine, halkı sistemli bir yalana maruz bırakmak, mesela iftira atmak, şeytanla ilişkilendirilecek kadar büyük günah sayılır. Üstelik burada kıssasa kıssas durumu, -hele intikam durumu- kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Çünkü, yalanı toplumsallaştırma işlemini yapan her kim olursa olsun ve bunu her ne için yapıyorsa yapsın, büyük günah işlemiş sayılır. İnancın yasakları anlamına gelen 'günah' kavramını burada sıkça kullandık. Bu konular, "laf çağı"nın bozuk "ruhu"na uygun olarak, artık kuru kuruya sadece konuşulup, neden günah olduğuna pek kafa yorulmadığından -başta lafta "dindar!" tipler tarafından- kanırta kanırta çiğnenmektedir. Bu yalan türü büyük günahtır, zira adına 'Toplumsal ruh çürümesi' diyebileceğimiz bir durumla ilgilidir.
4.
İnsan konuşan, konuşabilen bir varlıktır -lafazan bir varlık değildir, olmamalıdır. Konuşmak, esasen iki kişilik bir olaydır. Yani birisi, diğerine birşey anlatır. İnsan kendi kendisiyle konuşurken bile geçerlidir bu durum (insan kendisine, bir başkasına konuşur gibi konuşur içinden). 'Konuşan' demek, aynı zamanda 'Dinleyen' demektir, yani biri konuşurken onu dinleyen de biri var demektir, birine konuşmaktadır. Bu denklemde, sessiz bir anlaşma bulunur. Dinleyen kişi, bu sessiz anlaşmaya girer, çünkü konuşanın 'dürüst'lüğüne 'güven'ir. Bu basit denklem, bugün adına kısaca 'Sosyal hayat' dediğimiz şeyin, yani 'sosyal'in temel yapıtaşıdır. Buradaki sessiz anlaşmanın ùzerine oturduğu 'Dürüstlük', güven üzerinden işleyen sosyali sürekli yeniden üretir. Bu kavramı genişlettiğinizde, dürüstlüğün toplumdaki kurumsal karşılığı hukuktur. Zaten o nedenle kutsal kitaplar, ad vererek, "yalan yere şahitlik yapmak" denen olayı özellikle en büyük günahlardan sayar.
Şimdi 'yalan faktörü'nün toplumsal alanda nasıl etki yaptığına bakalım.
5.
Topluma sistematik biçimde kurumsal anlamda yalan söylenirse, bunun ilk sonucu, insanların sistematik bir şekilde yanlış yargıya varmalarıdır. Fakat bunun insan ruhunda kötü bir karşılığı vardır. Yanlış yargıya varmanın kural haline geldiği bir toplum, sadece kendi yaşamsal çıkarları konusunda yanlış kararlar vermekle kalmayacak, temel insani değerlerin bozulmasına da tepki vermeyecektir, çünkü yanlış veriler üzerinden düşünmektedir. Ve bu "veriler" sadece laf (yani yalan) üzerine kuruludur. Burada önemli bir kıstasa hemen dikkat çekmek gerekiyor: 'Yalan' esasen laftan ibarettir (çünkü gerçek değildir), ama 'Gerçek', lafsız da yaşayabilir.
Olayı, gene iki kişilik 'Konuşmak' olayı üzerinden değerlendirecek olursak, yalanı söyleyen kişi, dinleyene yalan söylediğini ve böylece onu yanıltmış olduğunu bilmektedir. Buradan yola çıkarak, dinleyen de yanlış çıkarımda bulunmuş ve yalan söyleyenin sözlerine dayanarak yanlış sonuçlara varmıştır. Ama 'Gerçek' kaybolmuş mudur?! Hayır. Gerçek şimdi, yalan söyleyende yaşamaktadır. Ve yalan söyleyenin içindeki gerçek, sahte/yalan/dandik olanın kendi kafasına sıktığı kurşundur aynı zamanda. Er veya geç mutlaka ortaya çıkacaktır. Çünkü sahtenin son kullanma tarihi, doğası gereği çabuk dolar, ama gerçek uzun ömürlüdür çünkü sahicidir. Herkes sussa, yalan söyleyen gerçeği itiraf eder -er veya geç. Bu bir doğa kanunundur. 17'inci yüzyılda bu konuya kafa yormuş Hugo Grotius, toplumda yalanın/sinsiliğin 'esas' olması halinde, esas haline gelmesi aşamasında, "insanların kafa karışıklığı ile (ruhen/manevi anlamda) mahvolduğu"nu, böyle toplumların (ruhen pasifleşmeleri nedeniyle) "yenilgiye uğradıklarını" ve böyle yalan dönemlerinden çıkılmadığı takdirde, "toplumsal düşüş" yaşandığını söylüyor. ("De jure Belli ac pacis Libri Trest" 1625)
Sistematik yalan ve iftira, toplumun işleyişini bozuyor. (Nasıl bozduğuna değineceğiz)
Topluma sistematik olarak yalan söylemek ve toplumun bu istikamette yaşamasını/ilerlemesini sağlamak, bir yerden sonra toplumun kendi kendini reddi anlamına geliyor, çünkü yalan mutlaka ortaya çıkıyor ve yalan sonucu alınan mesafe mutlaka sorgulanıyor. Yalan, insana özgü bir şey olan 'Konuşmak' denen şeyin özünü bozduğu için, sosyal yaşamın temelini de bozmaktadır. Bunun yansıması, toplumdaki kesimlerin birlikte yaşama isteğinin -yani diyaloğun ve karşılıklı güvenin- bozulması şeklinde ortaya çıkar. Yalan, ucundan/kenarından mutlaka ortaya çıkar. Ve o zaman, o sessiz sözleşme bozulur. Bunun anlamı, dinleyenin, konuşanı dinlemeye son vermesidir ve ona artık güvenmemesidir, yani doğal diyaloğun ve birlikte konuşmanın/düşünmenin sona ermesidir. Bu denklemde 'Güven' duygusu, son demlerini yaşadığımız (neoliberal) kapitalist sistemin (Türkiye'deki "Müslüman" versiyonunun) hayatta kalabilmesi için olmazsa olmaz koşuludur. Güven faktörü, 2008 krizinden beri (Dünya'da ve Türkiye'de) havada uçuşan -bini bir para!- yalanın dolanın ve iftiranın sürdürülebilmesi için "hayati" önemdedir.
Güven faktörü, kurumsal yalan/iftira (şeytani) sisteminin ömrünü ve tahammül sınırlarını belirler.
6.
Güven, sistemli yalan ile halkın bilinçli bir şekilde aldatılması durumunun nerede bittiğini anlamamızı sağlayan çok önemli bir faktördür. Bu nedenle 'Güven' konusuna daha yakından bakmakta fayda var. Güven nedir, nasıl işler ve nereye kadar devam eder? Mesela (reel) sosyalist ülkelerde, tüm dipsiz yolsuzluğa ve sistemin yalan üzerine kurulmasının o bariz kofluğuna rağmen halk, uzunca bir süre, sosyalist devlete 'inan'mış ve 'güven'miştir. Aynı şekilde, Türkiye'yi ikinci sınıf vasat bir ülke haline getiren, 60 yıldır iktidarda olmasına rağmen her kötülüğü, Atatürk'ten sonraki (çünkü Atatürk devrini eleştirmiyorlar -ki o da 15 yıldır sadece) yedi yıllık CHP/İnönü iktidarına yükleyip "temize çıkan", ve onca "Osmanlılık" iddiasına rağmen Dünya/Türkiye uygarlığına katkısı sıfır (rakamla: '0') olan Menderes-Erdoğan "Müslüman" muhafazakarlığına da halk 'inan'mış ve 'güven'miştir. Ortada 60 yıllık uzun bir süre vardır ve Türkiye bu sürede her mahalleye bir beton cami yapıp bir "yandaş milyoner" yaratmıştır, ama Nobel almış sadece bir tek yazarı vardır (üstelik o da bir oriyentalisttir!). Daima iktidar olan "Müslüman" muhafazakar zihniyet, kendi vasat aklının ermediği herşeyi/herkesi yasaklamak adına üniversiteleri üniversite olmaktan çıkarmış, özgür kültürü/sanatı ve özgür akademik hayatı asla desteklemeyip baskı altında tutmuş ve hep engellemiş, bu konuda reel sosyalist ülkelerin toleransına bile sahip olamamıştır. Bütün bunlar, o çok önemli 'Güven' faktörü sayesinde mümkün olabilmiştir.
Güven, doğası gereği pasif bir şeydir. Yavaş işler, durağandır, sabırlıdır, meşakkatlidir (örselenmeye dayanıklıdır). Güven bir kere kazanıldı mı, uzun süre korunabilir.
Güven, geriye dönük birşeydir. Referansını geçmişten alır. Geçmişte oluşturulmuş beklentiler, güvenin sürmesini sağlayan asıl unsurdur. Güven, hayal kırıklıklarına karşı bile dayanıklıdır, sınırları da geniştir. Beklenti üzerinden kurulmuş sınırlar ne kadar genişse, tolerans da o kadar geniş olur. Ama o da bir yere kadar.
7.
Yalanın kendi sınırlarına dayanmasına en iyi örnek, bugün yaşanan küresel (devlet borçları) krizidir. Mesela Yunanistan'ın yarım triyon Dolarlık borcunu ödeyeceğine inanacak Avrupalı bulmak, artık imkansızdır. Aynı şekilde Türkiye'de, seçilmiş milletvekillerini, Yüksek rütbeli subayları ve gazetecileri, hangi suçtan yargılandıklarını söylemeden yıllarca hapiste tutmanın adil olduğuna halkı inandırmak da zordur. Gerçek açıklanmazsa, gerçeği bilenlerin, tıpkı eski Sususrukçu özel harekatçılar gibi günün birinde kendiliklerinden herşeyi anlatacağını şimdiden -kesin bir şekilde- söyleyebiliriz. Yalanın çökmesi, "iradi" değil "fizikseldir", yani kesindir.
Yalanın son aşaması, sıkıntılı bir süreçtir...
Halka sistematik bir şekilde söylenen yalan, bir yerden sonra, söyleyeni de yorar.
Vicdanı olmayanın içinde bile 'Gerçek' diri kalır ve söylemediği 'Doğru' mutlaka ortaya çıkar. İşte bu aşama ilginçtir, çünkü yalanın taşıyıcı sahipleri, yalanın -taşınamaz/inandırılamaz- son aşamasında iki farklı tutum sergilerler. Bunlardan biri, vicdanın (yani ruhsal gerçekliğin) ağırlığını koyması ve yalana itiraz/isyan etmesidir. Vicdan itiraz eder, çünkü kendi ruhunu kurtarmak ister. (Daha önce de sözetmiştik: 'İyi/Gerçek' ile 'Kötü/Yalan' birbiriyle kapışıp ikisi de kırılsa, geriye sadece 'İyi/Gerçek' kalır demiştik.) Yalan, bir boşluk/hiçlik türü olduğundan, insanın ruhunu yer bitirir. İnsanın kendini iyi hissetmesi için 'Gerçek'e ihtiyacı vardır. Bu nedenle, en dipsiz yalanın bile Gerçeğe ihtiyacı vardır. Bir yerden sonra Yalan da Gerçeksiz yaşayamaz. bu nedenle kategorik Yalan, önce toplumun ruhunu ve vicdanını yiyip bitirir, sonra, oluşan boşluğu doldurmak için, Gerçeğe ihtiyaç duyar. Yalanı ve iftirayı er/geç itiraf edenler, bunu diğerlerini düşündükleri için yapmazlar, kendileri için yaparlar. Bu nedenle yalan, biryerden sonra çökmek zorundadır.
Yalan söylemeye "gönüllü" olarak -çıkarı adına- başlayıp, Yalan'ın son aşamasındaki vicdani çöküntüyü ve dürüstlüğü kaldıramayacak kadar "yüksek" egoya sahip olanların tavrı, asıl kötü tavırdır. Bunlar, Gerçeğin/Doğrunun/İyinin yokedilemeyeceğini bilemeyecek kadar yüksek düzeyde bir entelektüel ahmaklığa sahip olduklarından, yalanı sahiplenmenin şehvetine kapılırlar. Yalana daha fazla ve fanatikçe sahip çıkarlar ve Yalanın bilinçli savunucularına dönüşürler. Sahiden dürüst olup, yalana kanmış olanların vicdan muhasebesini yapmayacak kadar kibirlidirler. Ruh çürümesi dediğimiz bu durum, umutsuz bir vakadır ve savunucularını kesin felakete götürür. Çünkü istisnasız herkes yalan söylese, Yalan gene de Gerçek olmaz, olmayacaktır ve Yalanın sahiplerini Yalanla birlikte çökertecektir.