Ejderha dövmeli kız, Thomas S. Kuhn'un Paradigmalar teorisi ve Türkiye'nin kamplar parodisi

Göbeğini ve sağrısını gösteren cinsinden kotpantolon giymiş sarışın kadını görünce aklıma hemen, "Ejderha dövmeli kız" geliyor. Yüzünde aynı müdanaasızlık. İsveçli yazar Stieg Larsson'un yarattığı, Noomi Rapace'in ustalıkla oynadığı 'Lisbeth Salander' karşınızda. Sağrısından kalçalarına doğru inen pullu kırmızılı şeklin ne dövmesi olduğunu anlayamıyorsunuz, ama merak ediyorsunuz. (Amaç da bu olmalı!) Yılan veya ejderha veya başka birşey... Erkek gibi kısacık saçının bir kısmı uzun, bir tür perçem gibi, yüzünün yarısını kapatıyor. Daracık pantolonu ve ince topuklu pantolonuyla bacaklarını uzatıp oturduğu yerden, sözlerinin üzerine basarak, "her yaştan insan dövme yaptırıyor" diyor.
"En çok, Atatürk'ün imzasını dövme yaptırıyorlar. Yaz aylarında her gün en az bir kişiye Atatürk dövmesi yaptığımız oluyor. Daha çok dirsek altına, omza ve kolun yanına yaptırıyorlar. Küçük dövmeler."
Türklerin bu konuda hiçbir ön yargıları olmadığ açık. Sadece çok emin oldukları ve asla vazgeçmeyecekleri motifleri, daha çok süs amacıyla yaptırıyorlar. Bunun siyasi yanından çok, tartışma kabul etmeyen ve kesin itiraz içeren bir yanı var. 
Ruslarda dövme, mafya ile ilişkili olanların rağbet ettiği bir şey. Mesela borcunu ödemeyenlerin alnına mafya zorla dövme yaptırıyor. Aynı şey Japonlarda da benzeri özellikler taşıyor. Sadece Japon mafyası Yakuza'ya özgü bir şey sayılıyor dövme yaptırmak. Eskiden nefsi terbiye için yaptırılan, tüm vücudun iğne ile işlendiği eziyetli dövmeler, artık Yakuza'nın işareti.
Türk Lisbeth Salander anlatırken, kesin sınırları olan ve farklı paradigmalarla konuşurcasına birbirinden farklı Türklerin olduğunu şaşırtıcı bir kesinlikle anlıyorsunuz. İslami (veya Muhafazakar) bir çevreden gelen Türklerin dövme yaptıracaklarını hayal etmek bile pek mümkün değil. Dövme yapılan bir dükkana girmeleri bile zor. "Türbanlı bir kadın vücuduna dövme yaptırır mı?" diye sorduğunuz zaman yüzünüze, "buz sıcak mıdır?" diye sormuşsunuz gibi şaşkınlıkla bakıyor. "Aptal bunlar" dercesine sırıtarak, "Hayır" anlamında başını sallıyor. Ne kadar imkansız bir soru...
Burada aklımıza, bilim teorisinin harika ismi Thomas Kuhn'un paradigmalar hakkındaki sözleri geliyor. Thomas Kuhn, "Die Struktur wissenschaftlicher Revolutionen" (The Structure of Scientific Revolutions) adlı kitabında, dünyayı farklı bir paradigmayla okuyan birini (mesela rasyonel) gerçek olgular ile ikna etmenin mümkün olmadığını anlatır. Şu anda Türkiye'yi ve Türkleri (ve Kürtleri de) ilgilendiren bir durumdur. Türkiye'nin yaşamakta olduğu ve giderek keskinliğini yitirecek olan üç parçalılık durumu (Evetçiler, Hayırcılar, Boykotçular) böyle bir durumdur. Başbakan'ın Galarasaraylılar tarafından yuhalanmasını "anlayamaması" ve küsüp gittikten sonra (ve ondan önce), bu bölünmüşlük paradigmasını körükleyen tonda konuşmaya devam etmesi, bir farklı paradigmalar sorununa benzemektedir. Dünyayı bambaşka paradigmalarla algılayan anlayışlar...
Thomas Kuhn'un felsefesinde paradigmalar belirleyici rol oynar. Kuhn felsefesini daha sonra kısmen değiştirerek, bir 'Matris disiplini' anlayışı geliştirdi.
Hani Neo (Keanu Reevens) soruyordu ya:
"What is real? How do you define real?"
Morpheus, gerçeğin sanal tarafını Neo'ya gösterdikten sonra şöyle diyordu:
"The Matrix is a system, Neo."
Thomas Kuhn, bilim tarihi ve felsefesi açısından konuşurken, paradigmanın tanımını da yapar ve orada, "belli bir grubun/topluluğun paylaştığı ortak fikirleri, değerleri, metodları ve benzerlerinin konstelasyonu"nu 'Paradigma' anlamında kullanır. bu anlayıştan yola çıkarak, sorun çözümlerinin de aynı çerçeve içinde aranmasından dem vurur. Kuhn, böyle anlayışların, 'Normal Bilim'in yerine geçebileceklerini söylerken, sanki bugünün Türkiye'sinden bahsetmektedir.
Böyle sanal 'Matrix'lerin kısıtlı ve yalancı gerçeğinden kurtulmanın en kolay yöntemi, elbette 'Normal Bilim'e geri dönmektir. -Türkiye açısından konuşacaksak: Evrensel değerlere, sahici kaliteye ve rasyonel gerçeğe geri dönmektir. Ayıltıcı bir durumdur. Putlaştırılan Atatürk'ün gökten yere indirilmesi sırasında ilki yaşanmıştı, şimdi de putlaştırılan Sultan Süleyman ve diğer Padişahların gökten yere indirilmesiyle yaşanıyor. Matrix çöküyor. Atatürk'le haddinden fazla uğraşanlar, Sultan Süleyman'a dokunulmasına bile gelemediler. Halbuki Atatürk, seksen senedir, Müslümanlara yaraşmayacak şekilde "içki içenler"e verilen baş kötü örnekti. Atatürk içki içiyor, kadınlarla dans ediyor, şarkı-türkü dinliyor ve söylüyordu. Halbuki Osmanlı Sultanları öyle miydi? Onlar şerbetlerini içip kadın görmeden, Mevlit ve ilahi dinleyerek geçiriyorlardı hayatlarını. Zinhar dans etmiyor, dudaktan da öpüşmüyorlardı!..
"Muhteşem Yüzyıl" dizisi, kendine Kemalizmden farksız (hatta daha banal) bir Matrix kurmuş olan "Muhafazakar" dünyaya -bilmeden istemeden- sağlam bir balyoz indirdi. Şimdi "Muhafazakarlar", Sultanların hem annelerinin hem de karılarının Türk olmadığını görüyorlar ekranlarda. Hamamda kayıp düşüp kafasını kırarak ölecek derecede ayyaş Sultanları, homoseksüel Sultanları görünce, ya da tamamına yakını Rum, Ermeni, Sırp, Leh vd. olan vezirleri görünce ne yaparlar, göreceğiz. İlk tepki, "Osmanlı Türk değilmiş" gibi birşey olabilir. Ama Türktü -hem de nasıl...
(Zaten 'Türk' denen unsurun 'Gücü' biraz da buradan geliyor.)
Sonra o dizi filmde Kürt yok... Emevi Arap da yok...
(Bu da henüz konuşulmadı.)
Hollandalıyla İsveçli ne kadar Cermense, Arapla Kürt de o kadar Osmanlıdır.
Osmanlı kurulmuş, gelişmiş, zirvesine ulaşmış, Kürtlerle Araplar ondan sonra bu denkleme katılmışlardır.
(Ve "Arap kardeşlerimiz" lafı üzerine bina edilmiş İslamcı/Muhafazakar paradigmanın uyanacağı binlerce konudan sadece biridir!).
Bakın Cumhuriyet de başka bir denklemdir.
(Cumhuriyet denkleminde de Kürt, diğer herkesten daha Türktür ve kendi Kürt tarihinde ilk kez İstanbul'da ve Batı Anadolu'da yaşamaya başlamıştır.)
Türkiye'yi ve dünyayı farklı -gerçek dışı- paradigmalar üzerinden okuyan ve bu yüzden de -kapitalist milliyetçilikler çağında- uzlaşmaz bir takım kamplar teşkil eden Kemalistler, İslancılar, Kürtçüler, Milliyetçiler vd., Matrix bozuldukça, birbirlerine daha çok yaklaşacaklardır -hem de farklı kültürlerden ve dillerden geldiklerinin daha fazla bilincine varmalarına rağmen. Ve adı konmadığı halde Selçuklu ve Osmanlı nasıl Türktüyse, geleceğin yeni yapısı da o kadar Türk olacaktır. (Selçuklunun Kürt komutanları, başka bir yazı konusudur). Eskiden Selçuklular kendilerine Rum diyorlardı, Osmanlılar da kendilerine Türk demekten imtina etmişlerdir. Fakat tüm Avrupa ve Asya kayıtları, en az bin yıldır (Çin'de çok daha eski zamanlardan beri) onlara Türk diyor (Turcos, Turcia, Tu-jüeh vs.) Hem de o kültür çevresinde kendi kökeniyle birlikte var olan herkese birden Türk diyor. Mesela Kayseri'den Ermeni kökenli bir Anadolu dehası Mimar Sinan, bu sayede en has Türktür. Çukurova'dan Türk dilinin dehası Kürt kökenli Yaşar Kemal da öyledir. Yorgo Bacanos da Türk müzik dehalarındandır.
Martix çöktükçe, herkes daha sağlıklı Türk olacaktır.
Peki Matrix nedir?
Kapitalist sistemin dayattığı zoraki kültürel homojenleşmelerdir. 
Makro milliyetçi Kemalizm, etnik kimlikçi mikro milliyetçi Kürtçülük, dini kimlikçi İslamcılık vd...
Sistemin ürettiği sanal Matrix'in bu bileşenleri çökünce, Atatürk'den İslam'a kadar herkes ve herşey, hak ettiği yüksek yeri alacaktır. Ve Kürt olmak ve aynı zamanda Türk olmak ve de Ermeni olmak... Bir taraftan da Alevi ve Süryani olmak... birçok faktörün birlikte/birleşik halde içiçe varolması... her biri tek tek ve birlikte -hem de belki yeni ad ve tanımlarla- hak ettiği yüksek yeri alacaktır... 
Saf Türk de, Ermeni de, Alevi de, Kürt de yoktur -ve iyi ki de yoktur...
(Anadolu'da en has haliyle tecelli eden, Dünyanın bu en doğal ve güzel 'karışık' durumu hakkında, babası Osmanlı vatandaşı bir Yahudi olan, annesi Rus asilzadesi olan büyük İngiliz sanatçı Peter Ustinov şöyle der: "Etnik bakımdan çok 'pis', yani karışık biriyim ve bundan onur duyuyorum!")
Matrix çökerken mücadeleyi, evrensel gerçeğe en yakın olanlar kazanır...
Ve bu mücadelenin sonunda, "biz birbirimize neden düşmandık" diye, herkes birbirine sarılıp ağlar herhalde -eski Türk filmlerindeki gibi!