Doğanköy...


Dev bir çanağın ortasında küçük bir tepe. Askeri üs bölgesi...

Siirt'ten bu köye askerlerin gitmesi -tam teçhizat- bir tam gün sürebilir...

Mevsim baharsa ve karlar yeni erimekteyse, bölük bölük askerin buraya gelmesi hiç kolay değildir, çünkü yollar bir yerden sonra toprak ve engebelidir, arazi araçlarının ilerlemesine bile elverişli değildir... Kar suyu, her yıl yolları bozar. Yapmak da kolay olmasa gerek, çünkü buralar tekin değil. Köyü, yakın zamana kadar sadece profesyonel haritalarda görebilirdiniz. Sıradan haritalarda yoktu. Şimdi Google Maps'den bakabilirsiniz. Çıkmaz bir yoldadır orada da. Doğanköy'den sonra yol yoktur.

Doğanköy'ün neresinde bin küsür insanın yaşadığını asla bilemezsiniz. Görünürde ev/mev yoktur -vardır da birkaç tanesi dışında pek görünmez. Hepsi geniş bir alana dağılmış, doğaya entegre taş, kerpiç veya beton takviyeli tek katlı evlerdir bunlardır. Bazıları mağrayı bile andırır ama hepsinin içi mis gibi sabun ve temizlik kokar. Burada gündüz erkekler yoktur. Hepsi gün ağırırken dağlarda nöbete gider, nöbet değişimi dışında da pek görünmezler. Bütün işleri kadınlar yapar. Erkekleri arada, at üzerinde puşileriyle, omuzlarına astıkları 'Keleş'lerle görürsünüz ve Yılmaz Güney'in Yol filminin karelerini canlı canlı yaşarsınız. Sürekli silahla yaşadıklarından çok iyi silah kullanırlar.

Burada 1995 yılında, ortadaki o küçük tepede, sadece çadırlardan ve tek bir kerpiç evden ibaret karakolda, etrafdaki tepelere karşı nöbet tutan askerlerin konuştuğu baş konu, bu insanların neden orada oturduklarıydı. Yani oturmasalar, askerler de orada olmaz, mesela kurşun yemezlerdi! Ve kimin kimi koruduğu da pek belli değildi aslında. Asker mi oradaki Kürtleri koruyordu yoksa Kürtler mi askeri... Ortada onca kan ve ölü de olmasa, durumun absürdlüğü ve anlamsızlığı, bu kadar dikkat çekmezdi. Hayatı silah başında geçen erkekler ve yalnız kadınlar. Şimdiye kadar PKK saldırılarına -dile kolay- yetmiş şehit vermiş bir köy burası. Lanet Besta vadisine yakın, Kuzey Irak'tan gelen Kürtçü gerillanın geçiş bölgesinin üzerinde bir yer... Ve ısrarla orada oturan, hayatını aynen sürdüren, bunun için gereğinde ölen ama asla Kürtçü olmayan bir yer Doğanköy... Ve kadınların Türkçe konuşamamasına rağmen, köyün kot pantolon giyen tek kızının PKK'ya kaçtığı söylentisi çıkınca, askerler ve korucuların birlikte arayıp bulup, hır-gür çıkmadan kızı babasına teslim ettiği, olayın kapandığı, buna rağmen Kürtçülüğün mesele edilmediği bir yer.

Kışın bu köyde yaşamak, eski çağlarda insanların doğanın sert koşullarında ölmeden nasıl hayatta kaldığını, üstelik bunun tadını da çıkarttıklarını anlamak için en ideal yerdir. Mesela elektrik bazen var bazen yoktur. Telefon bağlantısı da öyle. Radyo dinleyebilmek için, karşı tepelerden birine çıkacaksınız ve kurşun yeme riskini de göze alacaksınız. Yoksa Türkçe birşey dinleyemezsiniz. (90'lı yılların ortasında böyleydi). Askerler, hangi tepeden hangi radyo istasyonların iyi çıktığını bilirler. Kışın, evlerin arazi içindeki yerlerini bulabilmek için çanak antenleri takip etmek gerekir. Yoksa bembeyaz deryada hiçbirşey görünmez. Tek eğlence olan televizyon için ölümün bile göze alınabildiği bir yerdir. Ama PKK'lılar kışın gelemez. Bu imkansıza yakındır. Kapıdan dışarıya çıkmanın bile olanaksız hale geldiği, karın genellikle bir adam boyunu geçtiği ve siyahlı beyazlı odun dumanının gri göğe yükseldiği demir gibi soğuk kış günlerinde/gecelerinde, İstanbul'daki magazin haberlerinin veya ağlamaklı Türk filmlerinin seyredildiği bir yerdir Doğanköy. Televizyondaki aynı programları ve aynı filmleri, çadırdaki askerler de istirahatleri sırasında seyrederler.

Karlar eriyip savaş mevsimi açılınca -her yaz, daha önceki saldırılar konuşulur ve çatışmalarda kimin öldüğü, kaç “kelle” alındığı, nelerin yaşandığı, bir tür söylence olur anlatılır... Saldırı yaşayanlar pek konuşmazlar. (Yaşamayanlar çok konuşur)

Temmuz başında, işte öyle bir saldırı gene oldu Doğanköy'e. Gene iki asker ve üç korucu öldü. Ölenler gene ilk ateşte öldüler. Bu sürpriz saldırı ateşi her zaman can yakar. Sonrasında askerler kendilerini korumasını bilirler ve kolay kolay vurulmazlar, ama ilk ateşte düşerler. Kürtçü gerilla, siperlere kadar yaklaşmış... Termal kameralara görünmemek için saç levhaların arkasına saklanmışlar, ıslak elbiselerle gelmişler. Ve bir Üsteğmanle bir uzman çavuşu, Doğanköylü üç korucuyu vurmuşlar...

Sonra helikopterler devreye girmiş, saldıranlardan onikisi öldürülmüş... Kaç yaralıyı kaçarken beraberlerinde götürdükleri de meçhul... Zor savaş...

Şimdi bazıları “onlar da bizim canımız” falan diyecek, üzülecektir. Elbette canımız. Onların da anneleri-babaları var, arkalarından ağlamışlardır. Nasıl ağlamazlar, nasıl üzülmezler... Ama saldırılan o siperlerden birinde silah sesi veya kurşun vızıltısı duyunca, “kurşunu sıkanlar da bizim canımız” demek kimsenin aklına gelmez! O atmosferde askerlere bu lafı diyebilecek “babayiğitlikte” televizyon lalesi bir aydın/maydın da pek düşünemiyorum doğrusu. Çarpışan askerin birinden en azından sağlam bir dipçik veya tekme yiyebilirsiniz! Askerin karşısındaki, karanlıkta göremediği Kürtçü gerillaya sorusu şudur: Dağda işin ne kardeşim?!.. (Hiçbir ülke, kendi güvenlik kuvvetleri dışında, dağlarında silahlı adamların gezmesine izin vermez.) Asker kendi arasında şöyle der: Eskiden şakiler varmış, şimdi gene şakiler var, ama bu seferkiler siyasi ve çok konuşuyorlar...

Televizyonlarda, “Orda bir köy var uzakta” şarkısını icra ederek konuşmak/tartışmak kolay. Böylelerine Doğanköy'e -en azından- gitmelerini öneririm. Gitmek kolay! Siirt'te havaalanı var. İstanbuldan, Ankara'dan hergün uçak kalkıyor. Siirt'ten bir cip kiralayın ve yolda asker veya PKK tarafından durdurulmazsanız, mayına falan da denk gelmezseniz köye kadar sallana sallana gidin (E yol çok engebeli). Gidin, görün! Dağdan saldırı gelince, askerlere, “Saldıranlar da bu ülkenin vatandaşı” deyin!..

Doğanköy, böyle inatçı ve savaşçı bir Kürt köyüdür (Kürtçü Köyü değildir) ve Türkiye'nin kaderini de belirleyen bir köydür...

Bu laf, sembol, alegori, metafor, cart-curt falan değil, gerçek...

3 kasım 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğundan seçilememiş, Başbakan olamamıştı. Abdullah Gül 58'inci Hükümeti kurdu. Ama Doğanköy'de sandık kurulları oluşturulamamış olduğundan, bir sandık kırıldığından ve üç sandıkta oy kullanan 706 seçmen de, köye hizmet götürülmemesi nedeniyle seçimi boykot ettiğinden, Doğanköy'de seçim, AKP'nin itirazı haklı bulunarak iptal edildi. Bu arada CHP'nin desteğiyle Erdoğan'ın siyasi yasağı kaldırıldı ve Erdoğan Siirt'ten aday olup seçildi, Türkiye'nin Başbakanı oldu. Şimdi de, Kemal Kılıçdaroğlu'nun saldırıdan bir gün sonra gittiği yerdir Doğanköy. Aslında 11 Askerin öldürüldüğü Gediktepe'ye gidecekken, baskının gerçekleşmesi, Doğanköy'e gelmesi de başka bir 'tesadüf'tür.

Doğanköy'de öyle derin bir sessizlik hüküm sürer ki, gürültülü İstanbul'da yaşayan saksı tipi ev aydınlarının hafzalasının almayacağı derinliktedir -tartışma malzemesi anarkosendikalizm veya endoplazmik retikulum gibi konularından daha derindir sessizlik! Kilometrelerce ötedeki Besta'da, hatta belki Irak'ta atılan silahın sesini duyarsınız. Onun için silah sesi en normal sestir, devamlı biryerlerden duyulur ve kimse irkilmez, dönüp bakmaz. Zaten kaç kilometre ötede, hangi marka silahın atıldığını da o an bilirler. Tabii buna rağmen gece kimse açıkta sigara içmez. Nefes çektikçe sinyal lambası gibi yanıp sönen sigara, en has dürbünlü tüfek hedefidir. Askeri birliğin tareti (bir tür uçaksavar) çalışmaya ve dağları dövmeye başladı mı, saldırı var demektir ve o korkunç sesin o derin sessizlikte Ankara'dan, hatta Amerika'dan bile duyulduğu söylenebilir!..

Buraya helikopterle gelen bir sandık domatesten bir dilim yiyebilen her asker, bu dünyada yaşamanın sahici değerini ve sivil hayatta hiç ciddiye almadığı, dönüp de bakmadığı bir tek domatesin aslında ne kadar lezzetli bir şey, Allah'ın has bir lutfu olduğunu, yeniden öğrenir. Mütevaziliğin temel dersidir!.. Doğanköylüler bu sırrı bilirler ama kimseye anlatmazlar. Neden orayı terketmediklerinin, köyü neden tehlikesiz bir yere taşımadıklarının en masum nedeni de bu sırdır. Onlar, hayatın ne kadar zevkli, muazzam bir macera olduğunu, dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu, sürekli ölüm tehlikesi altında yaşarken, derinlemesine yeniden keşfetmişlerdir... Köylerinin ne havasından, ne suyundan, ne yerinden ne de dilinden vaz geçerler. Orada Kürtler, ama bu ülkeye bağlı insanlar olarak yaşarken, hem hayat dersi verirler, hem de askerleri korurlar (-askerler de onları)... Şaka değil. Gencecik Mehmetler onlara emanet...