Neoliberal demokrasinin acil çözüm bekleyen sorunları




G
eçen yıl dünya ekonomisini alt-üst eden ve neoliberal hayalleri sonlandıran ekonomik kriz, şimdiye dek fazla üzerinde durulmayan önemli bir sorunu da gözler önüne serdi. Gün geçtikçe daha çok insanın dikkatini çeken, ama henüz yeterince tanımlanmamış olan bu alan, demokrasinin, yabancısı olduğumuz bir tür ve tarzda dejenerasyonuyla ilgili bir alan.

Tarihte hiçbir zaman bugünkü kadar çok ülkede düzenli seçimler yapılmamış, bu kadar çok ülke 'demokrasi' olduğunu iddia etmemişti. Garip olan, buna rağmen, kimsenin, demokrasinin altın çağında yaşadığımızı söyleyememesi. Fransız düşünürü Emmanuel Todd'a bakacak olursak, durum tersi: Mesela Sarkozy Fransa'sı ve Berlusconi İtalya'sında tipik ifadesini bulan, bugünün neoliberal Avrupa sağ-popülist iktidarlarının uyguladığı “demokrasi” türü, önemli bir bozulmaya işaret etmektedir ve hatta giderek sürdürülemez hale gelmektedir! Todd, 'Demokrasi sonrası' gibi bir ad koyduğu yeni kitabını, bu temel teze dayandırıyor. ('Après la démocratie”, Paris 2009)

Giderek sürdürülemez hale gelen neoliberalizme özgü demokrasinin özelliklerine, daha önce Colin Crouch da dikkat çekmişti. Avrupalı entelektüeller arasında yankı uyandıran kitabı 'Post-democracy'de (Oxford 2004), dejenere olmuş bu demokrasi türüne bir de ad koymuştu: Post-demokrasi.

'Demokrasi' kavramının kesin bir tanımının olmadığı, bütün dünya tarafından kabul edilen tek bir normunun/prototipinin bulunmaması, konuyu daha karmaşık hale getiriyor. Karşılaştırmalı siyaset biliminin kurucusu sayılan Alexis de Tocqueville, bu durumu, daha 1865'de şöyle ifade ediyordu: “'Demokrasi' ve 'demokratik hükümet', çok kullandığımız ve en büyük kafa karışıklığına neden olan sözler. Bu sözler açıkça tanımlanmadıkları sürece insanlar, ortadan kaldırılması mümkün olmayan bir düşünce karmaşası içinde yaşayacaklar ve bu da demagogların ve despotların işine gelecek.”

Peki demagog ve despotların işine gelecek o 'kafa karışıklığı' bugün ne anlama geliyor? Crouch'a göre özetlersek: 'Post-demokrasi, eskisi gibi seçimlerin yapıldığı, hükümetlerin seçimle gelip gittiği, ama seçim kampanyalarının içeriğini yitirerek reklam/PR firmaları tarafından yönlendirilen bir tür şova dönüştüğü, seçmenlerin sadece pasif bir şov seyircisine indirgendiği, asıl politikanın gözlerden uzak bir şekilde siyaset/ekonomi elitleri arasında yapıldığı bozuk bir “demokrasi” türüdür.

Tarih çok hızlı ilerliyor. Beş yıl önce Crouch kitabını yayımladığında, dünya neoliberalizmin “altın” çağını yaşıyordu. 2008 kriziyle sanal kapital balonunun patlaması ve neoliberal paradigmanın sona ermesi, neoliberalizme özgü 'post-demokrasi'yi de vurmuş görünüyor. Sözkonusu demokrasi türünün güncel Berlusconi İtalya'sı, Sarkozy Fransa'sı ve Erdoğan Türkiye'si örneklerinden yola çıkarak soracak olursak, neoliberal demokrasinin giderek sürdürülemez hale gelen yanları nelerdir?
Crouch'un tezlerinden yola çıkarsak:

1. 'Demokratik kurumlar şeklen -hatta eskisinden daha iyi- işlemeye devam ettiği halde, siyaset ve hükümetler, demokrasi öncesi feodal/otokratik devrin bazı tipik özelliklerini taşıyorlar. Örnek aldığımız üç ülkedeki -Todd'un tanımıyla- 'sağpopülist' iktidarlar, giderek tek bir karizmatik kişi ve çevresinde toplanan, o ve onun danışmanları/yakınlarına indirgenen çok küçük bir elit yönetici grubu tarafından yönetiliyorlar. Parlamento şeklen işlemekle birlikte, 1789 Fransız ihtilali öncesi Fransa'sına benzer bir küçük elit grubun, sadece onun dediği oluyor. Bütün sistem onlara ve onların ekonomi/siyaset etitlerine hizmet ediyor. Bu denklemde muhalefet resmen var, ama hiçbir konunun hakkıyla tartışılmadığı parlamentoda, muhalefet fiilen yok hükmünde. Ülkenin politikasını hiçbir şekilde belirleyemediği için, -mesela onu kaale almadan çıkarılan yeni yasalara- muhalefetini, konuları ancak Anayasa Mahkemesi'ne götürmek yoluyla yapmaya çalışıyor. Böylece ortaya, son tahlilde öznesi İktidar ve Anayasa Mahkemesi olan fiili bir ucube yapı ortaya çıkıyor. Üstelik bozulma bununla da kalmıyor. Mesela İtalya'da, Berlusconi'nin kendisi ve devlet/parlamento başkanlarının hiçbir şekilde yargılanamamalarını sağlayacak bir kanun çıkartma girişimi var. Ancak krallıklarda olabilecek böyle bir yasaya karşı muhalefetin yapabildiği tek girişim, konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürmek oldu. Fakat yalanlanmayan son haberlere göre Berlusconi, Anayasa Mahkemesi başkanıyla yemek yerken görülmüş! Todd, son krizin bir sonucu olarak neoliberalizmin düşüşü ile birlikte popülerliğini yitirmeye başlayan neoliberal sağpopülist Berlusconi'yi ve Sarkozy'yi, devleti ele geçirmeye çalışmakla suçluyor (bkz. Todd'un Telepolis mülakatı 4.7.2009).

2. Demokrasinin bir sistem olarak benimsenmesi süreci, aynı zamanda, ekonomi/siyaset alanlarının başka güçlerle paylaşılması süreciydi. Yani etkili bir sol muhalefetin olabildiği/yaşayabildiği bir süreçti. Demokrasi, tarihte asla hediye edilmemiştir, dünyanın her yerinde belli bir sol/sosyaldemokrat mücadele sonucu kazanılmıştır. Demokrasi düşüncesinin Avrupa'da tutunmaya başlaması 1848'lere, işçi hareketlerinin aktif eşitlik mücadelesine dayanır. Eşitlikçilik, üretenlerin de yönetimde söz sahibi olması, bunun için seçimlerin yapılması, seçim hakkının kazanılması, hep bu mücadele sürecinin ürünleridir. Crouch ve Todd'un yaklaşımlarından ve tanımlarından yola çıkarak, Türkiye'de en iyi işleyen katılımcı demokrasi döneminin 1960-1971 arasında yaşandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. 1990'lardan itibaren sol faktörün hızla zayıflaması, demokrasileri kuşkusuz olumsuz yönde etkilemiştir, onların dejenerasyonunu hızlandırmıştır. Fakat küresel krizle birlikte solun talepleri yeni bir şekilde çeşitli kesimler tarafından yeniden dile getirilmektedir. İşçilerin sayıca azalıp güç kaybettiği neoliberal dönemin ardından, günümüzün en geniş kesimi sayıla beyaz yakalıların, işsizlerin (ve esnafların) yükselişine şahit oluyoruz. Bu kesimlerin bir mücadele geleneği bulunmamakla birlikte, muhalif/mücadeleci bir çizgi benimseme eğilimi gösteriyorlar. Toplumdaki apolitik neoliberal pasifizminin sürmesi, ekonominin bozulduğu şartlarda pek mümkün görünmüyor.

3. Muhalefetin, neoliberal demokrasilerde zayıf, silik ve etkisiz kalması, anlaşılan bizzat neoliberalizmin sosyo-ekonomisiyle ilgili bir durum. Neoliberalizmin tipik özelliği olan özelleştirmeler sayesinde/nedeniyle ilk kez bu kadar geniş, derin ve etkili bir politikacı-işadamı yakınlaşması ortaya çıktı ve giderek daralan bir elit halinde ülkelerin yönetiminde söz sahibi oldu. Özelleştirmelerde parti yandaşlarının kollanması bir yana -ki bu durum neoliberal demokrasilerdeki çok yaygın yolsuzlukların nedenlerini de açıklamaktadır- iş çevreleri ilk kez, doğrudan iktidarları yönlendirebilme gücüne sahip olmuşlardı. Neoliberal dönemde devletin mümkün olduğunca küşültülmesi gerektiği fikri, özel teşebbüsün devletten her zaman daha iyi/kaliteli/efektif olduğu zihniyeti ve nihayet, devletin sadece genel siyasetle uğraşıp sağlık/eğitim/altyapı/vs. gibi alanlarını özele devretmesi anlayışı, demokrasi açısından önemli negatif sonuçlar doğurmuştur. Birçok projenin -ki bunlar, mesela çevreyi, içme suyunu, nehirleri, tarihi dokuyu ilgilendiren mega inşaat projeleri, eğitim, sağlık vd. alanlarıdır- karar mekanizmalarında, firmalar, onlarının danışmanları veya firmalarla doğrudan bağlantılı politikacılar oturmaktadır. Bu projeler/alanlar, 'özel' olduğundan, siyasetin ve dolayısıyla halkın denetiminden çıkmaktadır. Ayrıca esasen yandaş firmaların yararına işleyebilen bu yatırımlar/projeler, 'hükümet başarısı' olarak sunulabilmektedir. Bu sürecin yolaçtığı diğer negatif olgu, muazzam maddi imkanlar sağlayan böyle kararların, bir tek kişi etrafında, giderek küçülen bir elit grup tarafından alınmasıdır. Muhalefet, firmalara ve iktidar çevrelerine muzazzam imtiyazlar ve siyasi/maddi imkanlar sağlayan bu karar verme mekanizmasının tamamen dışında kaldığından silikleşmektedir. Fakat neoliberalizmin zayıflaması, özelleştirmelerin tersine işlemeye başladığı ve devletçi eğilimlerin güçlendiği günümüz dünyasında, politikacı-özelleştirme-yandaşişadamı denklemi çökmektedir. Muhalefetler, halktan daha çok destek almaktadır.

4. Buradan, neoliberal demokrasilerdeki iktidarların neden yaygın bir biçimde yolsuzluklara bulaştıklarını da anlayabiliriz. Devletin bütün işlerinin irili-ufaklı firmalara ihale edildiği, işleri hangi firmaların üsleneceğine, tek başına/sadece iktidarların küçük bir elit kesiminin karar verdiği bir 'demokrasi'de, politikacıların rüşvet almaması hatta rüşveti kurumsallaştırmamaları, bu 'demokrasi' türünün doğasına aykırıdır. ABD'de ve Avrupa ülkelerinde bile yolsuzluğun en inanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemden bahsediyoruz. Neoliberal demokrasinin dejenerasyonu hakkında elbette daha birçok semptom sayılabilir, fakat daha önce, neoliberal demokrasinin ekonomik krizle birlikte önemli ölçüde efor/taraftar ve güç kaybettiği üzerinde durmak gerekiyor.
Todd bu gelişmeyi özgün geniş bir açıdan yorumlayarak, devletin en içlerine kadar girişmiş serbest ticarete sınır konmaması halinde, bunun demokrasinin sonu olacağı üzerinde duruyor. Şimdi o sınırı, ekonomik kriz doğal yollardan koymaya başlamış görünüyor. Ayrıca giderek artan sayıda insan, katılımcı demokrasinin, sınırsız serbest ticaretten daha önemli olduğunu anlamış görünüyor. Bu nedenle dünyadaki genel trendin, serbest ticarete sınır koymak yönünde ilerlediğini ve bunun da despotizme yatkın neoliberal demokrasinin temel taşı olan politikacı-özelleştirme-yandaşişadamı denklemini hızla bozmaya başladığını gösteriyor. Şimdiye dek bu yoldan benzersiz bir güç elde eden iktidar politikacıları ve onlara yakın neoliberal uluslarötesi iş çevrelerinin, iktidarı bırakmamak için en absürd yollara başvurabilme potansiyeline sahip olduklarını, Todd'un örneklerinden okuyabiliyoruz.

Neoliberal 'post-demokrasi'lerden kurtulmak mücadelesi konusunda Crouch, seçimlerin önemine dikkat çekiyor. Çünkü seçimler, neoliberal iktidarların değiştirilmesi için gerçek bir fırsat sunuyor. Fakat seçmenler seçimleri beklemeden, neoliberalizmin onlara biçtiği pasif seyirci pozisyonundan çıkıp aktif mücadeleci çıkar grupları oluşturabilirler. Mesela devlet projeleri vergilerle finanse edildiğine göre, ihalelerde halkın da söz sahibi olması için ve yeni bir akım olarak 'devletleştirmeler' konusunda etkili olabilecek somut öneriler yapabilir, bunlar için mücadele edebilirler.
Uluslarötesi sanal kapitalin çökmesi ardından sitemin kontrol ve devletleştirme mekanizmalarının işlemesi sonucu süreç, 'devlet bu işlerden anlamaz, herşeyi özele devredelim' mantığının iflası yönünde ilerliyor. Vatandaşı ve muhalefeti devreden çıkaran politikacı-işçevresi kumpası, hızla etkisini yitiriyor. Bu kumpasın devamı hem konjonktüre hem de paradigmaya aykırı ve pek mümkün görünmüyor. Ayrıca özele teslim edilen alanların eskisinden daha iyi işlemediği gibi, siyaset/seçimler/halk tarafından da kontrol edilemediği anlaşıldı. Özele devredilen işletmelerin eskisinden daha güçlü tek yanının, daha iyi bir reklam/pazarlama/imaj kampanyasına sahip olduğu ortaya çıktı. Devlet işletmelerinin aynı kalitedeki reklam/PR kampanyalarıyla özelden daha başarılı olabileceği, üstelik kazancın da devlete (yani halka) kalabileceği anlaşıldı.
Peki, neoliberal sağpopülist iktidarlar kısa vadede -Todd'un deyimiyle- devleti ele geçirip, şeklen işleyen 'demokrasisi'nin bütün kurumlarını kendi kontrolü altına alırlarsa ne olacak? Karamsar Todd, böyle bir durumun bildiğimiz 'demokrasinin sonu' olacağını söylüyor ve bunu önlemenin 'iki yolu var' diyor. 'Ya askeri darbe, ya da halk ayaklanması.' O 'henüz cılız' dese de, başka yollar da var. Neoliberal postdemokrasiye karşı, katılımcı demokrasi mücadelesi ve elbette insanların sağ duyusuna güvenmek, olağan mucizeler yaratabilir.

Radikal, 20 Temmuz 2009