Devletin Dönüşü mü?

Devletin mümkün olduğunca küçültülmesi gerektiği fikri, reel sosyalizmin tasfiye edildiği 1990’lı yıllarda benimsenmişti. Fikrin sahibi neoliberaller, özgürlükleri her alanda kısıtladığını varsaydıkları devletçiliğin her türüne ve elbette devlete hiç güvenmiyorlardı. Bir yandan etnik/kültürel kimlikçi yaklaşımı yüceltirken, diğer yandan özelleştirmeci neoliberal değerleri savundular. İdeolojisini Leo Strauss ve ardıllarının oluşturduğu yeni muhafazakar düşünce, devlete soldan veya sağdan karşı çıkmak temelinde, eski sol ile serbest piyasacı muhafazakarların bir araya gelmesini mümkün kıldı.

Kapitalizmin sözünü dahi etmeden, devletin hiç de az olmayan antidemokratik uygulamalarını eleştirmenin ‘solculuk’ olduğu fikri, inandırıcılığını tamamen yitirmiş bulunuyor. Sistemin, küresel ısınmaya neden olduğunun anlaşıldığı günümüz koşullarında, ‘özgürlükleri kısıtlayan’ devleti eleştirirken, onun karşısında hangi özgürlüklerin savunulduğu da belirtilmek zorunda. Zira devletin neoliberal serbest piyasaya bıraktığı alanlar, özgür bir toplum ve onun kurumları tarafından doldurulmamaktadır. O alanlar, doğayı/iklimleri ve dünyadaki yaşam koşullarını, para kazanma özgürlüğüne kolayca kurban edebilen bir anlayışa terk edilmektedir. Böyle bir ‘özgürlük’ savunulamaz.

Global sistemin merkez ülkelerinde artık alenen konuşulduğu üzere, özelleştirmeler, onlarca yıllık tecrübenin ardından popülaritesini ve güvenilirliğini yitirmektedirler. Özelleştirmeler, işsizliği azaltmayıp çok artırmış, özelleştirilen alanlardan elde edilen astronomik kârlar halka ve çalışanlara pek yansımamıştır. Özelleştirilen ulaşım, telekomünikasyon ve enerji gibi alanların, devletin koordinasyonu ve uzun vadeli stratejik planlarının dışına çıkması nedeniyle, ülkelerin altyapılarının ciddi sorunlara gebe olduğu görülmeye başlanmıştır. Daha da önemlisi, özelleştirilen bazı alanlarda, insani değerlere yabancı durumlar ortaya çıkmıştır.

Örneğin ABD’nin Kaliforniya eyaletinde birçok şey gibi itfaiye de özelleştirilmiş olduğundan, 2007 Kasımının ilk yarısında Kaliforniya’yı küle çeviren yangın sırasında özel itfaiyenin sadece abonelerinin evlerini söndürüp diğerlerini seyrettiği görülmüş. Bu durum, konuyu bir yazıyla dünya gündemine taşıyan yazar Naomi Klein’ı dehşete düşürmüş olmalıdır (L'Espresso 16.11.2007). Sistemin merkez ülkelerinde görüldüğü kadarıyla, devlete karşı kayıtsız şartsız piyasa taraftarı olan özelleştirmeci çizgi, giderek sosyal hayatı da tehdit eder hale gelmektedir.

Berlin duvarının 1989’de yıkılmasıyla birlikte liberal kapitalizmin sosyalizmi yenilgiye uğratmış olduğu türünden çıkarımlara dayanarak, sistemin son yirmi yıldır geçirdiği değişimi açıklamak mümkün değildir.

Sistemin en yetkin tanımını yapan Karl Marx’ın, temel eseri ‘Kapital’de tarif ettiği üzere, kapitalist sistemin kendine özgü yapısal bileşkenleri kısaca şunlardır: Ücretli iş sistemi (‘abstrakte Arbeit’), özgün para/faiz ve kâr sistemi (‘Geld heckendes Geld’), üretim/tüketim ve değer sistemi (‘Ware und Wert’). Bu temel konularda kapitalist ve reel sosyalist sistemler arasında hiçbir temel fark yoktur. Olan farklar da nitel değil nicel farklardır. Kısaca, Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkeler tarafından temsil edilen reel sosyalizm, bir tür devletçi kooperatist kapitalizmdi. Reel sosyalizmin çöküşü de, (liberal ve kooperatist) kapitalizmlerin ilk büyük bütüncül krizidir.

Sosyalizm yıkıldıktan sonra, onu yendiği söylenen neoliberal kapitalizm, süreç içinde tüm dünyayı kapsayamamış, sistemin üçyüz küsür yıllık tarihinde ilk kez, ‘ekonomik çöl bölgeleri’ ortaya çıkmıştır. Bu bölgeler, Irak, Afganistan, Orta Afrika örneklerinde olduğu gibi; çalışılmayan, üretilip/tüketilmeyen, kalıcı işsizliğin hüküm sürdüğü ekonomisiz/devletsiz bölgelerdir. Sosyalizmin çöküşünden önce böyle bir durum söz konusu değildi. Sosyalist ve liberal kapitalist para/iş sistemi, tüm dünyayı kapsamaktaydı.

Kooperatist kapitalizmin çöküşünün ardından gelen özelleştirme furyası, sistemin, para kazanmaya uygun alan sıkıntısı çekmeye başladığına işaret etmektedir. Bu nedenle özelleştirme, devletin kontrolündeki kâr odaklı olmayan alanların da piyasaya açılmasını dayatan zorunlu bir gelişmeye tekabül etmekteydi. Sistem altyapısının işleyebilmesi için her şartta mutlaka kâr aramayan devlet örgütlenmesi şarttır. Serbest piyasa, devletin kontrolündeki alanlara doğru genişleyerek farkında olmadan bindiği dalı kesmiştir. Altyapı hizmetleri gibi alanlar, genellikle stratejik düşünülmesi, uzun vadeli, koordineli işlemesi gereken alanlardır ve koordinasyonunu devlet sağlamalıdır. Özellikle altyapı hizmetlerini, serbest piyasanın ademokratik kısa vadeli kâr mantığıyla yürütmenin mümkün olmadığı Avrupa ve Amerika’da yavaş yavaş anlaşılmaktadır.

Neoliberalizmin zayıflattığı devlet, hâlâ en önemli siyasi örgütlenmedir. Yaşadığımız zaman diliminde gündemin baş maddesini oluşturan küresel ısınma gibi bütüncül ve varoluşsal sorunların çözümü konusunda, 'özgürlükçü' serbest piyasaya değil, devlete güveniliyor. Halkın güveninin -sistemi zararsız hale getirebilecek- gerçek bir güce dönüşebilmesi için önce devletin bir samimiyet sınavından geçmesi gerekiyor. Devlet halkına güvenebilecek mi, hızla kendini yenileyebilecek, ısrarla demokratikleşebilecek mi? Kimsenin etnik/dini kökenine takılmadan herkese eşit davranabilecek ve sosyal devleti yeniden canlandırabilecek mi? Yanıt ‘Evet’ ise, ‘devletin dönüşü’nden bahsetmeye başlayabiliriz.